Dünya Ateşini Ahiret Ateşine Tercih Edenler
Enes ibn-i Mâlik radıyallahu anh’ten rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını alır:
Allah ve Rasûlü’nü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrâh 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.)
İmanın tadını alabilmenin üçüncü temel şartı, imandan sonra küfre dönmeyi ateşe atılmak derecesinde bir felaket olarak görmektir. Buradaki küfürden kasıt, İslam’ın dışındaki bütün batıl dinler ve dinsizliktir. Hadis-i şerifimizin Sahih-i Müslim’de geçen diğer bir rivayetinde, ‘imandan sonra Yahudiliğe ve Hristiyanlığa dönmek’ tabiri geçmektedir.[1] Buna göre, imanın tadına varabilmek için ehl-i kitap olan Hristiyan ve Yahudilerden başlamak üzere İslam’a göre şirk ve küfür üzere bulunan bütün batıl dinlerden ve inançsız akımlardan şiddetle kaçınmak lazımdır. Mü’min için, imanını kaybetmesi en değerli varlığını kaybetmesi demektir. Bu bilinçle yola çıkan mü’min, yol boyunca iman hassasiyetini elden bırakmaz. İmanına zarar vereceğini düşünerek davranışlarını, konuşmalarını hatta düşüncelerini sürekli kontrol eder. Bütün bunları inancının belirlediği sınırlar içinde geliştirir. Mü’min, inancıyla ilgili konuları espri konusu, şaka ve fıkra malzemesi yapamaz. Yüce Allah Kur’an’da, alaycı münafıkları azarlarken şöyle buyurur: “Şayet kendilerine (niçin alay ettiklerini) sorsan, ‘Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyor, eğleniyorduk.’ derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle ve Peygamberiyle mi eğleniyordunuz?!”[2]
İmanını kaybetmektense ateşe atılmayı tercih eden mü’min, eylemleriyle şirke düşmekten ve küfre düşüren söz söylemekten şiddetle sakınır. Bu noktada Sevgili Peygamberimizin şu hadisi oldukça uyarıcıdır. “Bir kimse sakınca görmediği bir söz söyler. Bu söz sebebiyle Allah onu cehennemde yetmiş yıllık uçurumun dibine atar.”[3]
Ateşin Yakamadığı Sevgi Kahramanları: Ashâb-ı Uhdûd
İnsanlık tarihi boyunca imanlarını canları pahasına koruyan kahramanlar, hep var olmuştur ve kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Onlardan bir topluluğa Kur’an-ı Kerim’de Burûc Sûresi’nde şöyle işaret edilir: “Kahrolsun yerde hendekler kazıp Müslümanları yakmak için ateş yakanlar! Öyle bir ateş ki, alev alev yanar. Hani o zalimler ateşin başında oturup mü’minlere yaptıkları azap ve işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden, sadece güçlü ve övgüye layık olan Allah’a inanıyorlar diye intikam alıyorlardı.”[4]
Sevgili Peygamberimiz (sas), Burûc Suresi’nde işaret edilen bu iman destanını bizlere hadislerinde genişçe açıklamıştır: Önceki ümmetlerden birinde zalim bir hükümdar ve onun, şeytanî büyülerle kendisini destekleyen bir sihirbazı vardır. Sihirbaz yaşlanınca hükümdara, kendisinden sonra yerine geçmek üzere bir gence sihirbazlık öğretmek istediğini söyler. Sonunda hükümdar akıllı bir genç bulur. Her gün saraya gidip gelen genç, bir gün yolu üzerinde bulunan bir mağarada kendisini ibadete vermiş bir âlimle karşılaşır. Artık, saraya giderken hep ona uğrayıp sözlerini dinlemeye başlar. Âlimin sözlerinden etkilenen genç, Müslüman olur. Hem de öyle bir Müslüman ki, gün gelecek hiç korkmadan zalim hükümdarın ve sihirbazının karşısına dikilip hakkı haykıracaktır.
Kısa sürede manevî sahada uzun mesafeler alan genç, bir taş atarak korkunç bir canavarı öldürecek, körlerin gözlerini açıp alaca tenlileri ve diğer hastaları iyileştirecek bir mertebeye gelir. Artık saraya gitmeyen genç, gözlerden uzak bir yerde hasta insanlara yardımcı olmaya ve onları İslam’a davet etmeye başlar. Kendisine gelen ve amansız hastalıklara tutulmuş insanlara her seferinde, şifayı verenin Allah olduğunu, kendisinin ise sadece dua ederek buna vesile olduğunu söylemeyi ihmal etmez. Derken, hükümdarın adamlarından kör birisi, birçok hediyelerle gencin yanına gelerek kendisini iyileştirmesini ister. Genç ona da, kendisinin şifa veremeyeceğini; şifayı verenin Allah olduğunu söyler. Fakat iman ederse, kendisi için dua edeceğini de ilave eder. Adam iman edince de onun için dua eder ve Allah da adamın gözlerini açar. Adam hükümdarın yanına varınca, hükümdar, ‘Senin gözünü kim iyileştirdi?’ diye sorar. Adam, ‘Rabbim iyileştirdi.’ der ve zalim hükümdara imanını haykırır. Bunun üzerine adama işkenceler yaptıran hükümdar, ondan gencin yerini öğrenir. Askerleri, genci bulup getirirler. Hükümdar gencin kendi dininden ayrılıp Müslüman olduğunu öğrenince onu tutuklatıp işkence yapmaya başlar. Sonunda genç, Müslüman olmasına vesile olan âlimin yerini söylemek zorunda kalır. Hükümdarın askerleri onu da yaka paça saraya getirirler. Âlime ve hükümdarın adamına ‘Dininden dön.’ denilir. Onlar bunu kabul etmeyince de testereyle ikiye bölünerek şehit edilirler. Derken genç de getirilir ve dininden dönmesi teklif edilir. Genç kahraman, bunu şiddetle reddedince hükümdar onu ölüm korkusuyla diniden döndürmek için birçok yola başvurur.
Bir defasında askerlerine, onu bir dağın zirvesine götürüp uçurumun kenarında dininden dönmesi için zorlamalarını; dönmezse uçurumdan aşağı atmalarını emreder. Fakat Allah, tam delikanlıyı uçurumdan atacakları sırada dağı sallar ve askerler uçurumdan yuvarlanırlar. Genç İslam davetçisi yürüyerek saraya gelir ve hükümdara, Allah’ın kendisini koruduğunu, askerlerin ise öldüğünü söyler. Küfürdeki inadından vazgeçmeyen hükümdar tekrar askerlerine emir verir. Bu sefer onu denizin ortasına götürüp dininden vazgeçmezse denize atıp geleceklerdir. Fakat yine Allah’ın yardımıyla, denizde boğulan, askerler; dönüp gelense imanlı genç olur. Genç İslam fedaisi, saraya gelince hükümdara olanları haber verir ve eğer kendisini öldürmek istiyorsa dediklerini yapması gerektiğini söyler: “Halkı bir yere toplarsın ve beni bir ağaca bağlarsın. Sonra torbandan bir ok alır ve bu oku yayın ortasına yerleştirirsin. Sonra, ‘Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla’ diyerek oku bana atarsın. Böyle yaparsan beni öldürürsün.” der. Hükümdar bunları aynen yapıp oku fırlatır. Ok, gencin şakağına saplanır. Elini alnına götüren genç, oracıkta ruhunu teslim ederek şehit olur. Bütün bu olanlara şahit olan halk, ‘Biz de gencin Rabbine inandık.’ diye bağırmaya başlar. Neye uğradığını şaşıran hükümdarsa iyice sinirlenerek her yolun başına hendekler kazılmasını ve içlerinin ateşle doldurulmasını emreder. Müslüman olanlar bu hendeklerin başlarına getirilip eğer dinlerinden dönmezlerse diri diri yakılacaklardır. İmanlarından sonra tekrar küfre dönmektense ateşe atılmayı tercih eden yiğit mü’minler, o gün teker teker hendeklere atılıp yakılırlar.
Nihayet kucağında yeni doğmuş bebeğiyle ateş çukurunun kenarına getirilen bir mü’mine kadın, yavrusuna olan merhameti yüzünden ateşten çekinince, o yavru dile gelir ve ‘Anneciğim sabret! Çünkü sen hak üzeresin.’ der…[5] İşte bu, imanın tadını gerçekten alanların destanıdır. Aslında onlar, ateşin yakamadığı sevgi kahramanlarıdır. Allah’a ve dinine olan sevgi ve bağlılıklarıyla ateş korkusunu yenmişlerdir. Allah bizi de onların yolunda eylesin.
Firavun’un Sarayında Bir Kahraman Kadın
İman ettikten sonra küfre düşüp ahiret ateşinde yanmaktansa dünya ateşinde yanmayı tercih eden ve imanın tadını doyasıya yaşayanlardan biri de Firavun’un kızının saçlarını taramakla görevli mübarek hanımdır. Sevgili Peygamberimiz (as), miraca çıkarıldığında burnuna çok güzel bir koku gelir. Bu kokunun nereden geldiğini sorduğunda ise Cebrail aleyhisselam, onun Firavun’un kızının saçlarını tarayan hizmetçi kadın ve çocuklarına ait olduğunu söyler. Peygamber Efendimiz (as), onların hikâyesini de Cebrail (as)’den sorup öğrenmiştir. Buna göre, o mübarek hanım bir gün Firavun’un kızının saçlarını tararken tarağı elinden düşürünce, ‘Bismillah’ diyerek tarağı yerden almıştır. Onu duyan Firavun’un kızı ‘Herhalde babamın adıyla diyecektin!’ demiştir. O âna kadar imanını gizleyen o yiğit kadın, artık kabına sığmayıp taşan imanıyla, ‘Hayır! Benim de, senin de, babanın da Rabbi olan Allah’ın (adıyla diyorum)’ diye haykırmıştır. Kız, ‘Babama söylerim.’ deyince de, ‘Evet söyleyebilirsin.’ demiştir. Kız, olanları söyleyince Firavun, onu huzuruna getirtmiştir.Firavun, hizmetçi kadına, ‘Senin benden başka Rabbin mi var!?’ deyince O, ‘Evet benim de Rabbim, senin de Rabbin olan Allah!’ diye cevap vermiştir. Bunun üzerine zalim Firavun, bakırdan yapılmış inek şeklindeki işkence aletinin getirilip kor haline gelinceye kadar ateşte kızdırılmasını emretmiştir. Sonra da o büyük mücahidenin ve evlatlarının onun içine atılarak öldürülmesi emrini vermiştir.
İmanı uğruna böyle korkunç bir şekilde öldürülmeye razı olan o kahraman kadın, Firavun’a canını bağışlaması için yalvarmamış, sadece öldükten sonra evlatlarının kemikleriyle kendi kemiklerinin aynı torbanın içinde gömülmesini istemiştir. Firavun da bunu kabul etmiştir. Firavun, gözlerinin önünde evlatlarını tek tek ateşe atıp öldürmüş; nihayet sonuncu evladı olan henüz emzikteki bebeği de ateşe atacakken anne yüreği dayanamayıp tereddüde düşmüş; fakat evladı dile gelip de, ‘Anneciğim dayan, sabret! Sen hak üzeresin. Şüphesiz ki dünyada azaba uğramak, ahirette azaba uğramaktan iyidir.’ deyince evlatlarıyla birlikte cennete yürümüştür.[6] Dağlar kadar yüce imanıyla zalim Firavun’a meydan okuyan şehîde hanım, cennette Yüce Allah’ın özel ikramına mazhar olmuştur: Evlatlarıyla birlikte yakılmasından meydana gelen dayanılmaz yanık kokusuna bedel olarak Allah onları cennetin en güzel kokularına sahip sakinlerinden eylemiştir.
Sahabe Efendilerimiz de (r.anhüm), İslam’ın en çileli günlerinde küfre dönmektense işkence alevinde yanmayı tercih ederek imanın tadını bütün zerreleriyle yaşamışlardır. Onlar en ağır işkenceler altındayken dahi ruhsatlara sarılmadan azimet ruhunu temsil eden kahramanlardır.
Sahâbîlerden Abdullah b.Huzâfe (ra)’nin hikâyesi, onların İslâm’a nasıl aşkla bağlı olduklarını göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Hz. Abdullah b.Huzafe (ra), Hz. Ömer (ra)’in hilafeti zamanında Rum diyarına çıkarılan bir askerî müfreze içinde yer almıştır. Rumlar onları esir etmiştir. Hükümdarları, Hz. Abdullah b. Huzâfe’ye (ra), ‘Hristiyan ol, seni mülküme ortak edeyim.’ demiş; fakat Hz. Abdullah b.Huzâfe onu derhal reddetmiştir. Sonra onun asılmasını ve vücuduna ok atılmasını emretmiştir. O ise, hiçbir korku belirtisi göstermemiştir. Sonra onu indirmişler. Hükümdar büyük bir kazan getirilmesini emretmiş. Sonra içine su döküp kaynatmışlar. Hükümdar, esirlerden birinin kazana atılmasını emretti. Esir kazana atılınca etleri kemiklerinden ayrılmış. Sonra, eğer Hristiyan olmazsa Hz. Abdullah’ın da (ra) kazana atılmasını emretmiş. Hz. Abdullah b. Huzâfe (ra), Hristiyan olmayı reddedince onu kazanın yanına götürdüler. Tam o esnada Hz. Abdullah (ra), ağlamaya başladı. Hristiyan olacağını umarak onu kazandan geri çekmişler ve ‘niçin ağlıyorsun’ demişler. Hz. Abdullah (ra): “Keşke yüz canım olsaydı da hepsini böyle Allah yolunda verseydim, diye ağladım.” demiş. Hükümdar onun bu sözüne çok şaşırdı ve ona, ‘Benim başımı öp, seni serbest bırakayım.’ demiş. O, ‘Bütün Müslüman esirleri de.’ deyince, Hükümdar, ‘evet’ demiş. Bunun üzerine Hz. Abdullah b. Huzâfe (ra), hükümdarın başını öpmüş ve bütün esirleri kurtarmış. Medine’ye geldiklerinde Hz. Ömer (ra), ayağa kalkıp Hz. Abdullah b. Huzâfe’nin (ra) başını öperek onu tebrik etmiştir.[7] İşte bunlar bizim örneklerimizdir. Öyle iman ettiler ki, imanları dağlardan yüceydi. İman, onların elbiseleri olmaktan öte, hiç çıkmayacak derileri olmuştu. Bugünün Müslümanlarıysa en küçük bir zarar görürüm endişesiyle dinlerinden ve imanlarından taviz verir oldular; mazeret olarak ruhsatlara sarıldıklarını öne sürdüler. Fakat zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başladılar.
Artık onlar bir vadide; ilk Müslümanlar ayrı bir vadide kaldı. Allah (cc) bizleri, Hakk’ı hak olarak görüp Hakk’a tabi olan; batılı batıl olarak görüp ondan kaçınan ve kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve sâlihlerin[8] yolunda yürüyen kullarından eylesin.
[1] Müslim, İman 15, No:165.
[2] Tevbe Suresi 9/65.
[3] Tirmizi, Zühd 10, No:2314; Ahmed: 2/316.
[4] Buruc Suresi 85/1-8.
[5] Bakınız: Müslim, Zühd 73 No:3005.
[6] Bakınız: Ahmed:1 / 309 No:2822; Hâkim. el-Müstedrek: 4 / 1436-1437, Tefsir:66 No:3835.
[7] İbn-i Hacer, el –İsabe, (I-VIII),Beyrut 1993/1412 c. IV, s. 59.
[8] Nisa Suresi 4/69.