Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)–II
İçtimai yapı içinde yer alan kurumların, temel referanslarının sağlam olması esastır. Kurumların devamlılığı için bu gereklidir. Eğer bu kurumun değerleri, insanı yetiştirmeyi ve erdemli kılmayı hedefliyorsa insanî niteliklerle örtüşmelidir.
Bu manada inançlar ve düşünceler kurumsal bir yapı içerirler. İnananlarını, kendi potası içine alır, değer yargılarına göre şekillendirir, onlara yaşam felsefesi anlamında hayatlarını yönlendirecek ölçüler kazandırır. Dolayısıyla varlık alanlarına sınırlar koymak suretiyle onları ya daraltırlar veya genişletirler. Bu şekilde müntesiplerini yönlendirirler.
Hz. Peygamberin (sas) davetine muhatap olan toplum da böyle bir yapı içindeydi. İtikat olarak kabullendikleri şirk inancı, hem zihin dünyalarını hem de sosyal hayatlarını tümüyle kontrol altına almış durumdaydı. Zaman içinde oluşturulan anlayıştan sıyrılıp yeni bir anlayışa tâbi olmayı kabullenmekte zorlanıyorlar ve ona karşı direniyorlardı. Elbette ki bu anlayışı bir anda terk etmek zordu. Çünkü hayat felsefeleri tamamıyla bu inanç üzerine bina edilmişti. Mekke’nin şehir hayatı, sosyal dokusu, ticarî işleyişi, dinî ritüelleri ve kültürel faaliyetleri tek bir anlayış üzerine temellenmişti: “Şirk inancı”. Hayatî varlıklarının idamesini bağladıkları inançlarını tümüyle yok etmek zor bir işti. Bu bir strateji meselesiydi. Mevcut kurumsal yapı içinde bu işleyişi ortadan kaldıracak, dikkate alınacak ve yola çıkılacak bir örnek bulmak muhaldi.
Cahiliyye değer yargıları içinde, insanın yeri ve konumu sahip olduğu statü ile ölçülür. Oluşturulan anlayış ve kurumsal yapı ise üstün ve güçlü insanı temel alır. Bunu Velid b. Muğire’nin şu sözünde net bir şekilde görüyoruz: “Nasıl olur, ben Kureyş kabilesinin büyüğü, başkanı olayım ve bir kenara bırakılayım da Muhammed’e vahiy gelsin? Nasıl olur, Ebû Mes’ud Amr b. Umeyr es-Sakafî, Sakîf kabilesinin başkanı olsun da o da bir kenara bırakılsın? İkimiz bu iki şehrin (Mekke ve Taif) reisleriyiz.”[1]
Halbuki bunun böyle olmadığı aşikârdı. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de hakikati onların yüzlerine vururcasına şöyle ferman ediyor: “Onlar dediler ki: Bu Kur’ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı? Rabbinin nimetini onlar mı paylaştırıyorlar?”[2]
Oysa yaşanılan iklimin adı cahiliyye idi. Yaşatanlar da bu anlayışın sahipleri ve elitleri olmuştu. Böyle bir iklimde, nevbaharın gelmesi, umutların yeşermesi, insanın erdem ve kemâlâta ulaşması mümkün görünmüyordu. İlahî lütfun mazhariyeti olan peygamberliğin bile statüye göre elde edilmesi gereken bir makam gibi kabul edilme anlayışı vardı.
Rüesa takımının bu anlayışının, tasallut altında bulundurdukları toplumlara inanç ve değer noktasında artı bir değer kazandırmadığı ortadadır. Medenî anlamda bir insan modeli oluşturamamışlardır. Toplumu şirk bataklığının kurbanı olmaktan kurtaracak ölçüyü ve insanî değerleri öne çıkaran davranış modellerini sunamamışlardı. Fertleri ve aileleri ayakta tutacak, sağlıklı nesiller yetiştirecek kurumsal yapıları bina edememişlerdi.
Körü körüne “Biz atalarımızdan böyle gördük.” safsatasının peşine takılıp kendilerine bir kurtarıcı ve rahmet elçisi olarak gönderilen, kendilerinden olan ve iyi tanıdıkları bir insana kıskançlık, inat ve ferasetsizliklerinin kurbanı olarak karşı çıkmışlardı.
Gerçekten onlara müjdeci ve kurtarıcı bir elçi gönderilmişti. O’nun getirdiği mesaja şeksiz şüphesiz inanmak onları mutlu kılacaktı. Duçar oldukları şirk bataklığından onları çekip kurtaracak bir el uzanmıştı onlara. Eğer gözler görmez, kulaklar işitmez, kalpler hissetmez hale gelmişse onlar için yapılacak bir şey kalmamış demektir. Kendilerine gönderilen kurtarıcı el, şirk düzeni üzerine temellendirilen bu yapıdan onları kurtarmak için gecesini gündüzüne katarak kutsal bir mücadeleye girişti. O’nun derdi, bu insanların telef olmalarının önüne geçmekti. Yani hem yaşadıkları dünyada mutlu olmalarını sağlamak, hem de ebedî dünyalarını mamur etmek istiyordu. Yaratılış fıtratındaki amaca uygunluğu gerçekleştirmek hedefi idi. İnanç bocalaması içinde düştükleri karanlık, akıllarını b
aşlarından almış, yollarını şaşırtmıştı. Kendilerine sunulan reçeteyi ellerinin tersiyle reddederek, kurtarıcı olarak gönderilen elçiye direndiler ve O’na her tür eza ve cefayı reva gördüler. O elçi ile beraber olanlara ise yine işkencenin bin bir türlüsünü yapmaktan geri durmadılar.
Oysa Allah Resûlü’nün tek bir amacı vardı: Allah’tan başkasına kul olmadan insanca yaşamanın yolunu onlara göstermek ve medenî insan olma mutluluğunu tattırmak.
Hz. Peygamberin (sas) kalıcı bir medeniyet inşa etme mücadelesinin özünü, amcasının oğlu Cafer b. Ebî Talip, muhacir olarak sığındıkları Habeşistan’da, kralın huzurunda şöyle ferman ediyordu:
“Ey hükümdar! Biz cahiliyye üzere yaşayan bir millettik. Putlara tapar, lâşe yer, fuhşiyât işlerdik. Akrabalara küser, onlarla görüşmezdik. Komşuluk hakkına riayet etmezdik. Güçlü olan zayıf olanı ezerdi, onun hakkını yerdi. Biz bu halde iken Allah Teâlâ içimizden birini bize peygamber olarak gönderdi. O, soyu sopu belli, şanı ve asaleti yüksek, sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce belli biri idi. O, bizi Hakk’a tapmaya, bir olan Allah’a inanmaya davet ediyor. Atalarımızın tapa geldikleri putları, ağaç parçalarını, taş yığınlarını terk etmemizi istiyor. Bize doğruyu söylemeyi, emanete ve hakka riayet etmeyi, akraba ve komşu haklarını gözetip, onlara iyi muamele yapmayı, haramdan kaçınmayı, kan dökmekten, cana kıymaktan, hırsızlıktan sakınmayı bildiriyor. Bizi fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten, dil tecavüzünden sakındırıyor. Bir Allah’a ibadet edip, O’na hiçbir surette şirk koşmamayı emrediyor. Namaza, zekâta, sadakaya ve oruca davet ediyor. Biz O’na inandık, getirdiği dine tâbi olduk. Allah tarafından getirdiklerini tasdik ettik. O’nun buyurduğu şekilde ibadet ediyoruz. O’nun haram dediğini haram, helal dediğini helal kabul ettik. Bundan dolayı kavmimiz, bize düşman kesildi.” [3]
Hz. Peygamberin (sas) oluşturmak istediği temel kurumsal yapı ve medeniyetin umdeleri bunlardı. Yani insanca yaşamanın onurunu yaşatacak ölçüler idi. Çünkü O, yaşadığı toplumda yok olan değerleri yeniden canlandırmayı ve ikame etmeyi; insanın onur ve haysiyetini ayaklar altından kurtarmayı istiyordu.
O’nun esas amacı, medeniyetler inşa edebilecek nitelikli insanlar yetiştirmekti. Hz. Cafer örneğinde olduğu gibi, inancı uğrunda her şeyi göze alarak hakkı ve hakikati haykırabilecek insanlar…
Bu model, cahilî bir kurum içinde neşet edemezdi. Bunun için sağlam bir kurumsal yapıya ihtiyaç vardı. Ve bu, ancak değerleri önemseyen bir eğitimle gerçekleşebilirdi.
İşte Hz. Peygamber (sas), aile kurumundaki bireysel faaliyetten sonra, toplumsal önceliği elzem olan müesses bir kurum oluşturma yoluna gitmişti. Bu manada ilk müessesesini oluşturmuştu. Bu kurum, Mekke döneminde Müslümanların ortak mekânı ve en önemli üssü konumundaki İslâm düşünce ve öğretisinin tedris edildiği, genç sahabe Erkam b. Ebi’l Erkam’ın evine nispetle isimlendirilen Darü’l-Erkam’dır.
İlgili Yazılar:
Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-I
Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-III
Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-IV
[1] İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 98.
[2] Zuhruf sûresi, 31-32.
[3] En-Nedvi, Es-Siretü’n Nebeviyye. s. 89-90.