عَنْ اَبِي مَالِكِ الْاَشْعَارِيِّ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ قَالَ:قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّي اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَرْبَعٌ فِي أُمَّتِى مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ، لَا يَتْرُكُونَهُنَّ: اَلْفَخْرُ بِالْاَحْسَابِ، وَالْطَّعْنُ فِي الْاَنْسَابِ، وَالْاِسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ، وَالنِّيَاحَةُ؛ وَقَالَ: اَلنَّائِحَةُ إذَا لَمْ تَتُبْ قَبْلَ مَوْتِهَا تُقَامُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَعَلَيْهَا سِرْبَالٌ مِنْ قَطِرَانٍ وَدِرْعٌ مِنْ جَرَبٍ .
Ebû Malik el-Eş’ari (radıyallahu anh) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Ümmetimde dört şey vardır ki, cahiliye işlerindendir, bunları terk etmeyeceklerdir:
* Haseble (yani ırk ve kabile üstünlüğüyle) övünme,
* Nesebi yani soyu sebebiyle insanlar kötüleme,
* Yıldızlardan yağmur bekleme,
* (Ölenin ardından) matem ve ağıt yakma!’
Rasûlullah sözlerine şöyle devam etti: ‘Matemci kadın, şayet tevbe etmeden ölecek olursa, kıyamet günü üzerinde katrandan bir elbise, uyuzlu bir gömlek olduğu halde (kabrinden) kaldırılır.” (Müslim, Cenâiz 29)
Cahiliye, Arapçada, “bilgiden yoksun olmak, bir şeye olduğundan farklı şekilde inanmak ve bir şeye -ister doğru inanca sahip olsun isterse yanlış inanca dayansın- hak ettiğinden başka şekilde davranmak”[1] manalarında kullanılan “c-h-l” fiil kökünden türemiştir. Bu kavram özelde, İslâm öncesi Mekke toplumunu anlatmak için kullanılsa da genelde, cehalet üzerine kurulu bütün toplumsal düzenlerin ortak adıdır. Böylece cahiliye, belli bir toplumu değil; sınırları belirlenmiş bir takım vasıfları ve yönelişleri ifade eder.
Cahiliye ortamı, karanlık üstüne karanlık bir ortamdır. Orada insan yolunu bulup huzur ve mutluluğa doğru yürüyemez. Peygamber Efendimiz (sas) ise bize, gecesi bile gündüzü gibi aydınlık olan geniş bir cadde bırakmıştır. Ne var ki, insanlar zaman zaman bu aydınlık caddeden saparak eskiden kalma karanlık dehlizlere girmekten kendilerini alamıyorlar. Şimdi, apaydınlık İslâm caddesinden çıkıp girilen bu karanlık dehlizlerden hadisimizde ele alınan dördünü inceleyelim:
Irkçılık, Cahiliye Karanlıklarının En Koyularındandır
Rasûl-i Ekrem Efendimizin, açıklamaya çalıştığımız hadisimizde cahiliye işleri içinde saydığı, haseble övünme ve neseb sebebiyle suçlayıp kötüleme davranışlarının her ikisi de ırkçılık yapmayı ifade eder. İslâm, bütün insanlığa kurtuluş ve saadet vadeden, Allah’ın hem ilk, hem de son dinidir. Yüce Allah, Son Peygamberini (sas) âlemlere rahmet olsun diye göndermiş[2] “Biz, Seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.”[3] buyurmuştur. Bu din bütün insanlığın dinidir ve bu dinde ırkçılığa asla yer yoktur.
Yüce Rabbimiz Hucurât suresinde, “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[4] buyurarak insanların farklı gruplar halinde yaratılmalarındaki hikmeti açıklamıştır. Buna göre insanların, çeşitli milletlerden ve sülâlelerden yaratılmış olması, onların tanışıp kaynaşmaları ve dostane münasebetler geliştirmeleri içindir. Yoksa kavim ve kabilelerini yarıştırıp ırkçılık ve düşmanlık tohumları ekmeleri için değildir. Sevgili Peygamberimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde, “Ey insanlar, dikkat edin! Şüphesiz ki Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. (Hepiniz Hz. Âdem’in çocuklarısınız.) (Bu yüzden) Arab’ın Arap olmayana; Arap olmayanın Arap olana; kızıl tenlinin siyaha; siyahın kızıl tenliye (ve böylece hiçbir ırkın diğerine) takva dışında bir üstünlüğü yoktur.” buyurmuştur.[5] Allah (cc) ve Rasûlü (sas), takva dışında bir üstünlük sebebi tanımazken bir müminin, insanlara istekleri dışında doğuştan verilmiş bir şeyle övünmesi ve aynı sebeple başkalarını suçlaması nasıl mazur görülebilir?
Allah’ın Elçisi (sas), ırkçılık adına bayrak açıp ırkçılık davası gütmeyi, cahilce ve körü körüne bir davranış olarak nitelemiş ve ırkçılık adına hareket edip bu yolda ölenin cahiliye ölümüyle ölmüş olacağını haber vermiştir.[6] Ayrıca, Efendimiz aleyhisselam böylelerini, “Bizden değildirler” diyerek İslam ümmetinin dışına çıkarmıştır.[7]
Allah katında ırkçılık o kadar nefret edilen bir şeydir ki bir hadiste, körü körüne kavimleriyle övünüp ırkçılık yapmaya devam eden kimselerin Allah katında, burnuyla pislik yuvarlayan tezek böceğinden daha değersiz bir hâle düşecekleri ifade edilmiştir.[8]
İslam’ın gelişiyle, cahiliyenin diğer unsurlarıyla birlikte ırkçılık ateşi de söndürülmüştür. Ne var ki, daha Asr-ı Saadet’te zaman zaman bu ateşi tekrar alevlendirebilecek hareketler yapanlar olmuştur. Meselâ Benî Mustalik Gazvesi’nde basit bir tartışma, az daha büyük bir fitneye yol açacaktı. Ensardan ve muhacirlerden olan kişiler münakaşa sırasında kendi kavimlerini yardıma çağırınca Efendimiz aleyhisselâm, “Şu cahiliye çığlığını bırakınız! O ne kötü şeydir!”[9] buyurarak derhal olaya müdahale etti ve ırkçılık kıvılcımını, yangına dönüşmeden bertaraf etti.
Bir defasında, Hz. Bilâl-i Habeşî (ra) ile münakaşa eden Hz. Ebû Zer (ra) tartışma sırasında Hz. Bilâl (ra)’e, “siyah kadının oğlu” demişti. Olay Peygamberimiz (sas)’e aksettirilince Efendimiz aleyhisselam, bu cahiliye tavrına çok kızmış ve Hz. Ebû Zer (ra)’i: “Ey Ebû Zer! Onu annesinin renginden dolayı ayıpladın hâ! Demek sende hâlâ cahiliye kalıntısı var!” diye azarlamıştı.[10] Gördüğümüz gibi Sevgili Peygamberimiz (sas), cahiliye asabiyetini geri getirebilecek olaylarda son derece sert ve kararlı bir şekilde hareket ederek ırkçılığın, görüldüğü anda hemen tedavi edilmesi gereken çok tehlikeli bir cahiliye hastalığı olduğunu ortaya koymuştu.
Irkçılık Nedir, Ne Değildir?
Sevgili Peygamberimiz (sas), sahabeden (r.anhüm) Vâsıle İbnü’l-Eskâ (r.a)’nın, “Ey Allah’ın Rasûlü ırkçılık nedir?” diye sorması üzerine, “(Irkçılık), zulüm ve haksızlıkta kavmine yardımcı olmandır.” buyurmuştur.[11]Bu ne kadar kapsamlı, ne güzel bir tariftir! Gerçeği arayan ve cahiliye pisliklerinden tümüyle kurtulmak isteyen kimse, her türden sosyal ilişkisinde bu hadisin getirdiği ölçüye göre davranıp hâlini düzeltebilir.
Hz. Abdullah b. Mes’ûd (ra)’dan gelen bir rivayette ise, haksızlıkta kavmine yardım eden; yani ırkçılık yapan kimsenin bu hareketiyle ne kendisine, ne de kavmine hiçbir fayda getiremeyeceği, pek güzel ifade edilmiştir: Buna göre, böyle bir davranış, kuyuya düşmüş bir deveyi kuyruğundan çeke çeke çıkarmaya çalışmaya benzer.[12]
Habib-i Ekrem Efendimiz (sas) kendisine, kişinin kavmini (milletini) sevmesinin ırkçılık olup olmadığını soran Vâsile b. Eskâ (ra)’ya, “Hayır, ancak kişinin, zulüm ve haksızlık halinde olan kavmine yardım etmesi ırkçılıktır.” buyurmuştur.[13]
Kişinin içinde doğup yaşadığı vatanını, milletini sevmesi ve öncelemesi fıtrîdir, kınanamaz. Kınanan husus, kişinin kendi kavminin yanlışlarına arka çıkıp adâletten sapması ve başka Müslümanları dışlamasıdır. Cahiliye Araplarında, “Zalim olsun mazlum olsun kardeşine; (yani kendi kavim ve kabilenden olana) yardım et.” şeklinde atasözüne dönüştürülen değer ölçüsü, Peygamberimiz tarafından, “(Evet), zalim olsun mazlum olsun kardeşine yardım et! (Ama cahiliyedeki gibi haklı mı haksız mı bakmaksızın değil. Bilakis yardımın şu şekilde olsun): Zalimse zulmünden döndür, mazlumsa ona yardım et.”[14] şeklinde düzeltilmiş ve ırkçılıktan arındırılmıştır.
Bugün İslâm âleminin, batı karşısında içine düştüğü zilletten kurtulup eski izzetine kavuşmasının en önemli şartlarından birisi de onların birlik ve beraberlik içerisinde olmalarıdır. Bunun için yapılacak ilk şey de, onların “Müminler ancak kardeştir.”[15] düsturunu hatırlamalarıdır.
Sebeplerin Sebebi Yüce Allah’tır
Tevhid muallimi Efendimiz aleyhisselam, İslam ümmetinin kurtulamayacağı cahiliye mikroplarını sayarken, yağmuru yıldızlardan beklemeyi de saymaktadır. Bu tavır, sebepleri ilahlaştırmanın ve sebepleri yaratanı unutmanın tipik bir örneğidir. Hâlbuki sebepler, Yüce Allah’ın, yarattığı varlıklar için belirlediği kanunlardan, yani “sünnetullah”tan ibarettir ve bunlar mutlak belirleyici kabul edilemez. Olayların belirli sebepler sonucu sürekli tekrarlanıyor olması bizi aldatmamalıdır. Unutmamalıyız ki, Allah isterse bıçak kesmez ve yine O (cc) isterse ateş yakmaz. Biz inanıyoruz ki, O (cc) isteyince Habibi (sas)’nin eliyle ay ikiye yarılır ve O (cc) isteyince güneş batıdan doğar.
Peygamberler Sultanı (sas)’nın haber verdiği gibi, maalesef bugün de Müslümanlar arasında sebepleri ilahlaştıranlar azımsanmayacak kadar çoğalmıştır. Onlara göre depremin tek sebebi fayın hareket etmesi, yağmurun sebebi de bulutların olmasıdır. Yine onlar, şifa verenin Allah olduğunu unutarak doktor ve ilaçta mutlak şifa ummaktadırlar. Hâlbuki fayı elinde tutan da, bulutları sevk eden de, doktor ve ilacı, vereceği şifaya vesile kılan da Allah’tır. O (celle celâlüh) dilerse bunlar olmadan da yapacağını yapar. Müslüman bu bilinçten hiçbir zaman uzaklaşmamalıdır. Aksi halde imanını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Sevgili Efendimiz (sas) Hudeybiye’de, gece yağan yağmurun ardından kıldırdığı sabah namazından sonra ashabına şöyle seslenmişti: “…(Allah şöyle buyurdu): (Bu gece) kullarımın arasından bazısı mü’min, bazısı da kâfir olarak sabahladı. “Allah’ın fazlı ve rahmetiyle bize yağmur yağdırıldı.” diyenler, Bana iman edip yıldızları (ve sebeplerin mutlak belirleyiciliğini) inkâr edenlerdir. “Falan falan yıldızdan bize yağmur verildi, diyen (ve Benim her şeyin yaratıcısı olduğumu hesaba katmayanlar) ise yıldızlara iman edip Beni inkâr edenlerdir.”[16]
Üzülmenin de Ölçüsü Vardır
Sevgili Peygamberimiz (sas), İslâm ümmetinin bir türlü uzak kalamayacağı cahiliye özellikleri arasında ölüye ağıt yakıp bağıra çağıra ağlamayı da zikreder. Bir hadis-i şerifte, “(Ölünün ardından) Yüzleri tokatlayan, yakaları yırtan ve cahiliye çığırtkanlığıyla (ağıt yakan) bizden değildir.” buyrulmuştur.[17]
İslâm dini teslimiyet dinidir. Müslüman, en zor durumlarda bile Allah’ın emrine ve hükmüne teslim olma kararlılığını gösteren insandır. Sevdiği bir yakınının ölümü, insanın hayatta yaşayacağı en acı ve en zor durumlardandır. Ama Müslüman, bu durum karşısında bile Allah’a kul olduğunu ve O’nun tarafından imtihan edildiğini unutmamalıdır. Müslüman, sevincinde de üzüntüsünde de ölçülü olmalı; Rabbini gazaplandıracak davranışlardan kaçınmalıdır. Sabır, Allah’ın sevdiği özelliklerdendir ve musibetin ilk anında olmalıdır.[18] Aksi halde, önce isyan edip sonra sineye çekmeye sabır değil katlanma denir.
Yüce dinimiz insanî duyguların kendi akışında ortaya çıkmasını değil; kulluk edebine yakışmayan aşırılıkları yasaklamıştır. Vefat eden bir yakınımızın ardından üzülüp sessiz gözyaşları dökmek son derece doğaldır. İnsanlığın kurtarıcısı da oğlu İbrahim vefat ettiğinde inci gibi gözyaşlarını dökerek ağlamış; sonra da bu tavrının yanlış anlaşılmasını önlemek için şöyle buyurmuştu: “Göz yaşarır, kalp üzülür. Fakat biz, Rabbimizin razı olmayacağı bir şey söylemeyiz.”[19] Rasûlullah (sas) Efendimiz bunun dışında Hz. Hatice, Hz. Hamza, Hz. Musâb, Hz. Cafer, kızı Hz. Zeyneb’in oğlu ve Bir-i Maûne şehitleri (r.anhüm) gibi birçok değerli şahsiyetin vefatı münasebetiyle de ağlamıştır.[20]
Sonuç olarak bir daha altını çizmeliyiz ki, İslam ağlamayı değil kadere isyan ederek bağıra çağıra yaka paça yırtarak matem tutmayı yasaklamaktadır. Böyle matem tutanların dünyada, üzerlerine katrandan elbise yapışmış da onu çıkarıp atmak istiyormuş veya uyuz olmuş da devamlı kaşınıyormuş gibi görünen tavırları, eğer tevbe etmezlerse kıyamet günü gerçeğe dönüşecektir. Yüce Allah bizleri bütün cahiliye pisliklerinden arınanlardan eylesin. Âmin.
[1]-Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ c-h-l” maddesi.
[2]- Enbiya 21/107.
[3]- Sebe 34/28.
[4]-Hucurât 49/13.
[5]-Ahmed, Müsned V/411.
[6]-Müslim, İmâre53-57.
[7]-Ebû Dâvûd, Edeb112 No:5121; Müslim, İmare 57.
[8]-Tirmizî, Menâkıb75.
[9]-Buhari, Menâkıb 8.
[10]-Buhari, İman 22; Itk 15; Edeb 44; Müslim, Hibât 40.
[11]-Ebû Dâvûd, Edeb 112 No:5119.
[12]-Ebû Dâvûd, Edeb 112 No:5117.
[13]-İbn Mâce, Fiten 7 No:3949.
[14]-Buhari, Mezâlim 4; İkrâh 7; Tirmizî, Fiten 68.
[15]- Hucurât 49/10.
[16]-Buhari, İstiskâ 28 .
[17]-Buhari, Cenâiz 35,39; Menâkıb 8; Müslim, İman 165.
[18]-Buhârî, Cenâiz 31.
[19]-Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil 63.
[20]-Geniş bilgi için bkz: İsmail Lütfi Çakan, Hüznü’n-Nebi (sas) (Ebedî Risâlet Sempozyumu) Ebedî Risâlet (I-II) İzmir,1993 Işık Yayınları, I/239-257.
Yeni yorum ekle