İnsanlar, hangi türden olursa olsun meleke haline getirdikleri anlamsız alışkanlıklarından uzaklaşmada zorlanırlar. Alışkanlık olarak kabul edilen olgular, inanç ve amel noktasında sağlam bir akideye dönüşmüş ise bu daha da vahim bir hal almış demektir.
Özellikle aristokrat ve seçkinci baskı gruplarının egemen olduğu toplumlarda oluşturulan bu anlayışı, söküp atmak ve yenisiyle değiştirmek zora talip olmak demektir. Zira seçkinci güruh, toplumu kendi anlayışına göre düzenlemekte, cemiyeti ayakta tutan maddî ve manevî tüm değerleri kontrol etmektedirler. Başta ekonomi olmak üzere, sosyal ve dinî hayata müdahale etmeyi kendilerine hak ve görev bilmektedirler. Anlayışlarının dışında oluşan ve gelişen tüm gelişmelere hayat hakkı tanımamakta ve hatta akla hayale gelmedik yaftalar takmaktadırlar.
Aslında oluşturdukları anlayış, temelsiz ve ebterdir. Bunun bile farkına varamayacak kadar davalarının sarhoşu olmuşlardır. Bu anlayış, insan fıtratına uygun değildir. İnsanı mutlu kılmaya matuf kurtuluş reçetesi kabilinden bir önerisi de yoktur. Kurmuş oldukları ve yaşatmaya çalıştıkları sistem ve beslendikleri kaynak, insanlığın içine düştüğü durumu suistimal, duygularını sömürme anlayışına dayanan, mesnetsiz çareler sunan ve avutmadan öteye gitmeyen birer safsatadan ibarettir. Sunulan reçete, beşeri bir anlayıştır. Tesirsizdir. Etkinliği ancak bir beşerin havsalasının algıladığı kadar olmakta olup kalıcı çözüm ve derman olma niteliği yoktur.
İnsanlık tarihi bu anlayışların yaşandığı sayısız örneklere şahittir. Kendini rab[1] ilan etmesine rağmen korkunç sondan kurtulamayan acizlerin sunduğu çözüm örnekleriyle doludur.
Kendilerine kitap ve peygamber gönderilen milletler ile yine bir uyarıcının muhatabı olan toplumlar[2] bunlara en bariz misallerdir. Başta vahiy kaynaklı kutsal kitaplar olmak üzere, Kur’ân-ı Kerim ve diğer muteber kaynaklarımız bu insanların hallerini bize en ince ayrıntılarına varıncaya kadar haber vermektedir. Firavunlar[3], Hâmanlar[4], Kârunlar[5], Ebû Cehiller, Ebû Lehebler, Kisrâlar ve niceleri… İnsanlık adına işledikleri cürümleriyle tarihe kayıt düşülen, ilahlık taslayan, zalim[6], münkir[7] ve müşrik[8] nasipsizlerdir.
Kurdukları şirk ve inkâr düzenleri, insanı bitirme ve yok etme anlayışına dayanmaktadır. Bu, insan neslinin benliğini ve kişiliğini kaybettirme serüvenidir. Nefsanî arzularını ilahlaştırdıkları, gayrisinin ise kullaştırıldığı bir sistemdir. Bu sistemde hakka, adalete, hukuka, fıtrî eşitliğe, mülkiyet hakkına ve en önemlisi de insanı erdemli kılacak üstün bir gücün varlığına inanç yoktur.
Bu sistemler medenî değildir. Medeniyet de kuramazlar. Çünkü medeniyeti, aklı ve vicdanı hür, sağlam bir irade ile üstün bir gücün varlığına inanan, iman sahibi insanlar ikame ve inşa ederler.
Medeniyet inşasının önderleri örnek insanlar (Peygamberler)dir. İçinde yaşadıkları toplumun en mütevazı, yaşantı ve görünüşleriyle olağan bir hayat anlayışına sahip olanlarıdır. Seçkinci ve aristokrat değildirler. Sahip oldukları maddî değerler, onları şımartmaz, saptırmaz, gurura ve kibirlenmeye sevk etmez.
İnsanlığın hâmisidirler. Yedirirler ve içirirler, korur ve gözetirler. Haksızlık yapmazlar. Haksızlık yapanın ise karşısında dururlar. Cehaletle mücadele ederler.
Örnek insanlardır.[9] Kısacası bu insanlar, yaşadıkları toplum içinden seçilip kendi toplumlarına yüce Yaratıcı’nın lütf-ı keremi gönderilen ilahî uyarıcılardır[10]. Yani Allah’ın resulleridir.
Kur’ân-ı Kerim, bize bu resullerden yirmi beşinin sayısını ve mücadelelerinin bilgisini vermektedir[11]. Aynı zamanda önder ve lider kişiliklerine[12] vurgu yaparak, insanlık ve medeniyet adına kendi toplumlarında gerçekleştirdikleri değişimlere dikkat çekmiştir.
Peygamberlerin gönderilişindeki ortak amaç önderliktir. Yaratılış fıtratına uygun, düzgün bir hayatı yaşamanın yollarını insanlara göstermektir[13]. Fıtratın ve neslin ifsat olmasını önlemek, inanç sapkınlığının önüne geçmektir. İnsanın insanı, nefsini ve eşyayı putlaştırmadığı bir hayat anlayışını yerleştirmektir. Kısacası tevhidî anlayışın kalplerde ve hayatın bütün safhalarında yer etmesini sağlamaktır.
Hiç şüphesiz ki, bu kutlu mücadelenin en dikkati çeken örneği Hz. Muhammed Mustafa (sas)’dır.
O, Kur’an’ın tanımladığı şekilde “Usvetün-Hasene”[14]: “En Güzel Örnek”tir. Neye örnek, neyin örneği? Kısacası medenî olmaya ve medenice yaşamaya örnek…
Yüce Allah Peygamberini kendi yaşadığı toplumun içinden seçerek göndermiştir. Zaten O, yaşadığı toplumda böyle biliniyordu: “el-Emin”
Şeklen medenî olan fakat inanç ve hayat felsefesi hiç de medenî olmayan bir toplulukta, aslında böyle bir örneğin varlığı, varlığını kavrayıp kadrini bilenler için büyük bir nimetti.
O değil miydi ki, Kâbe’nin tamirinde “Hacerülesved”in yerine konulması esnasında, ortaya çıkan imtiyaz tartışmasında dökülecek olan kanın önüne geçen ve onlara hakemlik yaparak, onların gönüllerini rahatlatan? Yine o değil mi ki, yağmurlar kesilip kıtlık arttığında dara düşüp kendisinden dua istedikleri mümtaz insan? Evet, gerçekten O idi. Ve nice sıkıntılarında ümit bağladıkları… Aslında onu çok da iyi tanıyorlardı.
O bir yetim ve öksüzdü[15]. Mahzundu ve yalnızdı. Ama vakurdu. Üzülüyor ve dertleniyordu. Yetimliği ve öksüzlüğü, mahzunluğu ve yalnızlığı, yaşadığı toplumun derdiyle dertlenmekten onu uzak tutmadı ve tutamazdı.
Toplumun gidişatına ve insanlığın içine düştüğü girdaba kayıtsız kalmadı. Tefekkür ve inziva ameliyesinin sonunda ulaşılan noktada aldığı mukaddes görev, bir kurtarıcı (rahmet)[16], müjdeleyici ve uyarıcı[17] olarak gönderilmesini sağladı. Hem müjdeleyici hem de korkutucu[18] idi.
Vaktin tamamlanıp son raddeye gelindiğinde, ilahî hitap, kendisine şöyle diyordu: “ Oku! O yaratan Rabbinin adıyla! İnsanı bir kan pıhtısından yarattı! Oku, O, cömertliğinin sonu olmayan Rabbindir! Kalem ile yazmayı öğreten de. O, insana bilmediği şeyleri öğretti.”[19]
Bu ilahî ferman kendisine bir görev yüklüyordu. İçinde yaşadığı, adı cahiliye toplumu olarak anılan: “gözleri olup görmeyen, kulakları olup duymayan, dilleri olup doğruyu söylemeyen, kalpleri olup ürpermeyen” varlıklar olarak yaşayan, cansız ve ruhsuz bedenleri diriltecek ve bunlardan bir medeni toplum oluşturacaksın. Bilen ve bilinç düzeyi üstün, medeni insanların oluşturduğu “okuyan” bir toplum…
Medeni bir toplum inşa çalışması bir davadır. Sonunda mükâfatı olan bir dava… Adı sonsuza kadar sürecek bir dava… Adı adınla ve getirdiğin yüce dininle anılacak bir dava… Hak ve batıl mücadelesi[20]… Tarihe ise adını “İslam Medeniyeti” olarak yazdıracak kutlu bir gelecek…
Bu işin asıl amacı, asırların ötesine bu davayı taşıyacak ve hizmet edecek gönül erlerini yetiştirmektir. Bu kurumsal bir görevdir. Öncelikle bire bir yapılacak çileli bir görev. Evvelemirde bu, aile kurumundan başlar ve toplumun diğer katmanlarına yayılarak devam eder. Müesses bir teşkilatlanma faaliyetidir.
Bu manada medeni bir toplumun inşası, aile kurumu ve bireylerinin eğitimi ile başlar. İlk başarı ailede yakalanmalıdır. Yeni bir toplumun inşasında öncelikle aile bireylerinin eğitilmesi, toplumun inşasını kolaylaştıracaktır. Her ne kadar zorluklar ve engeller olacaksa da bu elzemdir. Yani aile bireylerinin inanmış ve eğitilmiş olması, yapılacak olan işin, başarıya ulaşmasındaki ölçüsü olacaktır.
İlgili Yazılar:
Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-II
Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-III
Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-IV
[1] Nâziât sûresi, 24.
[2] Nahl sûresi, 36. Kasas sûresi, 59. (Ad, Semud ve Medyen halkı ile İsrail oğulları gibi…)
[3] Bakara sûresi, 49. Âl-i İmran sûresi, 11.
[4] Kasas sûresi, 6,38. Ankebut sûresi, 39.
[5] Kasas sûresi, 76-83.
[6] Bakara sûresi, 258; Enam sûresi, 21.
[7] Furkan sûresi, 52.
[8] Bakara sûresi, 165; Maide sûresi, 76.
[9] Araf sûresi, 63, Başta Kur’ân-ı Kerim ve diğer kutsal kitaplar böyle tanımlamaktadır.
[10] Enam Suresi 124, Cuma Suresi 2-4.
[11] Bk. Kur’ân-ı Kerime Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, İ.Lütfi Çakan-Mehmet Solmaz. Ensar Neş.
[12] Araf sûresi, 61-62.
[13] Bakara sûresi, 129.
[14] Ahzab sûresi, 21.
[15] Duha sûresi, 6. (Ayrıca bu sûrenin meali baştan sona okunmalıdır.)
[16] Enbiya sûresi, 107.
[17] Sebe sûresi,28.
[18] Ahzab sûresi, 45-46.
[19] Alak sûresi, 1-5.
[20] Bakara sûresi, 42; Araf sûresi, 118; İsra sûresi, 81.
Yeni yorum ekle