Hocanın Hocalığı


Yesrib değişiyordu, Yesribliler de değişiyorlardı. İslâm ile şereflenmeleri üzerine İslâm esasları ile şekillenip, Kur’ân ile arınan bu kutlu insanlar, aynı zamanda, Hz. Mus’ab bin Umeyr’in sohbet halkalarında çok iyi bir şekildeyetişmişlerdi; yetişiyorlardı. Aynı inancı paylaşan bu insanlar, bir yandan İslâm esaslarına göre yaşamayaçalışıyorlar, bir yandan da çevrelerine İslâm’ı tebliğ edip yayma konusunda da İslâm’ın seçkin birer neferleri oluyorlardı. Kendilerini kutlu davanın kutlu hizmetine adamışlardı. Başlarında, her bakımdan yetişmiş hocaların hocası vardı çünkü…

Dâru’l-Es’ad faaliyetleri kısa zamanda meyvesini verdi. Öyle ki, Medine’de İslâm’ın konuşulmadığı ev kalmadı. Hz. Mus’ab (ra) ve on iki temsilci başta olmak üzere bütün Müslümanlar, her biri büyük bir özveri ile çalışıyorlardı. Herkes büyük bir sorumluluk içindeydi. İşi sadece Mus’ab Hoca’ya ve on iki temsilciye havale etmemişlerdi. Onlar da ellerinden geleni yapıyorlardı. Çalışmalar öyle bir ciddiyetle yapılıyordu ki, sistemin temel taşları da atılmış oluyordu.

Sorumluluk bilinci, her birini harekete geçirmişti. Es’ad evinde ne zaman bir toplantı yapıldıysa, ilgililerin hepsi gelmişlerdi. Düzenli toplantılar yapılıyor ve bu toplantılara Müslümanlar her seferinde kendileri geliyorlardı. Yani her birini teker teker aramaya gerek kalmıyordu. Onlar birbirlerini arayıp, yönetime ciddi bir şekilde yardımcı oluyorlardı. Tam bir teşkilat bilinci içinde hareket ediyorlardı. Hz. Mus’ab (ra) da işleri çekip çeviriyordu.

Hz. Mus’ab (ra) ve arkadaşlarının faaliyetleri ile çok kişi İslâm ile şereflenmişti. Bu arada ilgi duyup kendiliklerinden gelenler de vardı. Çünkü Müslüman olanlar, aynı zamanda çok güzel örnek de olmuşlardı.

Ama bu arada karşı koyanlar da vardı tabii. Fakat Hz. Mus’ab, öyle güzel bir tavır sergiliyordu ki, gelenler ne kadar sert veya kötü niyetli olurlarsa olsunlar, oturup onu dinlemek zorunda kalıyorlardı. Dinleyenler de İslâm ile şerefleniyorlardı tabi ki.

İslâm ile şereflenenler de boş durmuyorlardı. Onlar da başkalarının kurtuluşlarına vesile oluyorlardı. Kurtulanlar kurtuluşa vesileydiler öyle ya…

Sürekli yeni ortamlar hazırlamaya çalışan Es’ad bin Zürare (ra), bu sefer de yine Mus’ab Hoca’yı yanına alarak, Evs kabilesine mensup ailelerden Abduleşhel oğullarına ait bağ gibi geniş ve büyükçe bir bahçeye vardılar.[1]

Yapılan çalışmalar neticesinde orada oturup küçük bir halka dersi yaparlarken, etraftan da yeni simalar yanlarına geldiler. Halka gittikçe büyüyordu…

Bu sırada kavimlerinin en önde gelenlerinden olan Sa’d bin Muaz ve Üseyd bin Hudayr, onları yakın mesafeden izliyorlardı. Daha fazla dayanamayan Sa’d amcaoğlu olan Üseyd’e döndü…

- Şuraya bak! Mekkeli şu adam, Es’ad başta olmak üzere adamlarını alarak, bu kadar yakınımıza gelip kapımızda saf insanlarımızı yoldan çıkarıyorlar! Git de onlara engel ol ve bir daha böyle çevremize kadar gelmemelerini söyle, hemen![2]

Olayı duyduğundan bu yana, Mus’ab ile Es’ad başta olmak üzere Müslümanlara çok kızan Üseyd, iyice öfkelenerek mızrağını kaptığı gibi bahçedekilerin üzerine gitti.

Yanı başlarına kadar gelip hiç kimseden sakınmadan, korkmadan İslâm’ı anlatan Mus’ab Hoca’yı görenÜseyd bin Hudayr, artan bir öfkeyle hızlandı. Mus’ab ve Medine’deki gelişmeler hakkında çok şey duymuş, şimdiye kadar bir şey dememişti. Ama olayın böyle açığa çıkması karşısında fena halde öfkelenmişti.

Üseyd bin Hudayr’ın öfke ile geldiğini gören Es’ad bin Zürare, Mus’ab Hoca’ya onun hakkında kısa fakat tanıtıcı bilgi verdi. Nasıl bir kişilik sahibi olduğunu anlattı. Kabile reisi olduğunu ve sözlerinin de herkes tarafından ciddiyetle dinlendiğini söyledi. Bu öfkeli adam hakkında kısa bilgi verdi. Sonuna da şunu ekledi…

- Ey Mus’ab! Bu gelen adam kabilesinin lideridir. Dolmuş ve doldurulmuş olarak senin üzerine geliyor. Bu adama dikkat et! Üseyd’i kazanabilirsen, bütün kabilesini kazanmış olursun! O’nu Allah’a inandırmaya çalış! Eğer bunu başarırsan, onunla beraber bütün kabilesi de Müslüman olur!

- Nasibi varsa îmân eder, kurtulur! Biz görevimizi yapacağız. Hidayet Allah’tandır! Hele bir gelsin![3]

Böyle cevap veren Mus’ab Hoca, öfkeyle gelene bakmaya başladı. Adamın öfkeyle gelişini kontrol altına aldı. Muhatabını az çok tanımıştı. Nabza göre şerbet verecekti. Bu arada, hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi anlatmaya da devam ediyordu.

Üseyd bin Hudayr, bahçeye girer girmez elindeki mızrağını Mus’ab bin Umeyr’e fırlatacak gibi kaldırdı… Bir yandan da öfkeyle bağırdı…

- Ne yapıyorsunuz burada? Yaşamak istiyorsanız çekip gidin buradan!

İşini çok iyi bilen yetişmiş kalifiye elemanı olan Hz. Mus’ab (ra), yumuşak bir giriş yaptı; “Tanışıyor muyuz?” Bu girişin ardından diyalog başladı…

- Beni bırak da sen söyle bakalım, ne arıyorsun burada?

- Önce bir tanışsak olmaz mı?

- Benim seninle işim olmaz!

- Tanışmaktan neden kaçıyorsunuz ki?

- Sen ne diye bizim zayıflarımızın aklını çeliyorsun?

- Onlara ne anlattığımı biliyor musunuz?

- Aklı ermezleri kandırabilirsin belki, ama ben aldanmam sana!

- Hele bir dinleseniz…

- Neyi dinleyecekmişim? Hangi gayeyle ve hangi cesaretle civarımıza kadar sokulmuş saf insanlarımızı yoldan çıkarıyorsunuz? Eğer canınızı seviyorsanız defolun gidin! Hem, sen benim kim olduğumu biliyor musun?

- Önde gelen birine benziyorsunuz?

- İyi bildin. Bu bölgede en büyük kabile reisi benim. Şimdi çekip gidin buradan. Biraz daha konuşursan fırlatırım mızrağı!

- Bir kerecik olsun dinleseniz bizi…

- Hayır, yaşamak istiyorsanız kalkıp gidin! Yoksa fırlatacağım mızrağı!

- Siz çok akıllı birine benziyorsunuz.

- Kabile reisiyim dedim ya!

- Öyleyse neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilirsiniz.

- Elbet bilirim!

- Hele bir oturun da dinleyin. Eğer işinize gelirse kabul edersiniz. İşinize gelmezse reddedersiniz. Biz de sizi, işinize gelmeyen şeyde zorlayacak değiliz. Üstelik siz koskoca bir kabile reisi, akıllı ve ileri görüşlü birisisiniz. Sizin gibi bir adam doğru ve yanlışı hemen anlar. Doğru ve güzel olanı kabul eder, yalan ve kötü olanı da reddeder. Ne dersiniz? Konuşmama izin verip, beni dinleme nezaketinde bulunacak mısınız?[4]

Mus’ab Hoca’nın kararlı duruşu ve bu güzel davranışı karşısında bir an ne diyeceğini bilemeyen Üseyd, yumuşar gibi oldu. Üseyd’in, sataşma ve saldırma tarzından, dinleme tarzına geçtiğini gören Mus’ab Hoca, yumuşak bir ses tonu ve nezaketle mesaja giriş cümlesini bir kez daha tekrarladı.

- Oturup biraz bizi dinlemez misiniz? Hoşunuza gidecek bir şey duyarsanız kabul edersiniz, hoşuna gitmeyeni de reddedersiniz!

- Doğru söyledin! Peki, anlat bakalım!

Mızrağını bir kenara saplayan Üseyd, Mus’ab Hoca’nın karşısına oturdu.

Hz. Mus’ab (ra), önce “Biz putlara tapan bir kavim idik; birbirimizi ezerdik” diye giriş yaptı. Cahiliyyenin cehalet ve vahşetini anlatırken Üseyd bin Hudayr da içinden “Biz de öyle değil miyiz” diye iç geçirmeye başladı…

Muhatabının bütün alıcılarını açan Mus’ab Hoca, artık mesajı vermenin zamanı geldiğini gördü.

İçlere işleyen bir güzellikle Peygamber Efendimiz’i anlattı önce. Sevdiğini sevdirme çabasındaydı. Üseyd’in sevgiye açıldığını görünce, bu sefer de kısa ve öz olarak İslâm esaslarını anlattı. Muhatabının iyice kıvama geldiğini görünce son olarak da Kur’ân-ı Kerîm’den kısa bir bölüm okudu…

Kur’ân ile ilk defa karşı karşıya kalan Üseyd bir hoş oldu. Okunan her âyet ruhunda fırtınalar kopardı. Dinledikçe yüzünün rengi değişti. Heyecandan ne yapacağını bilemez bir hale geldi.

Hz. Mus’ab (ra), Kur’ân okumayı bitirince, Üseyd heyecanla atıldı…

- Bu ne güzel, bu ne içli, bu ne tatlı bir kelam!

- Bu Allah kelamıdır ey Üseyd!

- Söyleyin bana, bu dine girmek için ne yapmam lazım?

- Önce yıkanıp, üstünü başını temizlersin…

- Sonra?

- Sonra da şehadet getirir ve iki rekât namaz kılarsın…

- Hemen![5]

Üseyd bin Hudayr fırlayıp kalktı… Acele ile evine dönüp yıkandı. Üstünü de değiştirmiş olarak geri geldi. Gelir gelmez soluk soluğa sordu; “Şimdi ne yapmam lazım?”

Mus’ab Hoca’nın öğretmesiyle oradakilerle beraber büyük bir coşkuyla Kelime-i Şehadet getirdi. Sonra yine Mus’ab Hoca’nın öğretmesi ile iki rekât namaz kıldı. Namazdan sonra Mus’ab Hoca’nın karşısına geçip oturdu…

- Başka ne yapmam lazım?

- Her gün ve gecede beş vakit namaz kılacaksın.

- Daha başka?

- Acele etme kardeşim. Yavaş yavaş hepsini öğreneceksin.

- Acele etmem lazım. Çünkü öğrendikçe içim aydınlanıyor!

- İslâm aydınlıktır ey Üseyd; ona yöneleni aydınlatır!

İslâm ile şereflenip, şereflerin en büyüğüne eren ve ondaki tat ve huzuru iliklerine kadar hisseden Üseyd, yeni aklına gelmiş gibi birden heyecanla atıldı…

- Burada bir adam daha var ki, eğer o size katılacak olursa, onun kavminden hiç biri size katılmak hususunda geride kalmaz. Ben şimdi onu da size göndereceğim![6]

- Sizin gibi mi ey Üseyd?

- Benden çok daha ilerde olan birini göndereceğim size!

Ortalığı dağıtmak için öfkeyle üzerlerine gelmiş olan Üseyd bin Hudayr, bu sefer de en yakınını kazanmak için büyük bir heyecanla geri döndü…

Üseyd bin Hudayr geri dönünce, en yakın arkadaşı ve akrabası olan Sa’d bin Muaz, ona bakarak; “Bunun gidişi bir başka, dönüşü bir başka” demeden kendini alamadı.[7]

Üseyd değişmişti çünkü… İslâm insanı değiştirirdi. Daha işin başında olduğu halde değişmişti Üseyd. İslâm ile şereflenince yüzüne yansımıştı İslâm’ın nuru.

Yanlarına gelince, Sa’d çok sert bir şekilde çıkıştı…

- Ne bu halin böyle? Seni gören, gidip Mekkeli gence tabi olduğunu düşünür!

Üseyd öyle bir konuştu ki, Sa’d tahrik oldu. Öfkeyle mızrağını kapıp o bahçeye doğru yöneldi. Aynen Üseyd gibi…

Hz. Mus’ab, ona da aynı şekilde muamele etti. Sonra Peygamber Efendimiz’i anlattı. İslâm hakkında genel bilgi verdi. Sonra da Zuhruf Sûresi’nin baş tarafını okudu.

Bütün bunları dinleyen Sa’d da, aynen Üseyd gibi yaptı. İslâm ile şereflenince, sadece bir kişiyi değil, bütün kabilesini ve çevresini de İslâm’a davet etti. Böylece bütün kabilesinin İslâm ile şereflenmesine vesile oldu.[8]

O da değişmişti çünkü… İslâm onu da değiştirmişti.

Hz. Mus’ab (ra), Peygamber Efendimiz’i çok güzel anlatıyordu. O’nun Allah’tan getirdikleri üzerinde duruyordu.

İslâm esaslarını da çok net çizgilerle anlatıyor, İslâm’ın nasıl bir din olduğunu Peygamber Efendimiz’den çok canlı örnekler vererek tablolaştırıyordu.

Muhatabını Kur’ân dinlemeye hazırladıktan sonra Kur’ân okuyordu.

Oldukça yumuşak ve öz konuşuyordu. Güler yüzlü ve tatlı sözlüydü.

Hz. Mus’ab çalışırken, diğerleri boş durmuyorlardı. Onlar da Mus’ab için yeni ortamlar hazırlıyorlardı. Sürekli yeni simalar getiriyorlardı karşısına.

Hem hazırladıkları ortam hakkında genel bilgi veriyorlar, hem de yeni getirdikleri şahısları tanıtıyorlardı. Böylece çalışma çok verimli geçiyordu…

Mus’ab Hoca çok iyi yetişmişti. Hocanın hocalığı her şeyi ile ortadaydı. Peygamber Medresesi’nde eğitimini alan Mus’ab Hoca, her gittiği yerde çok sevdiği Peygamberimiz’i çok güzel bir şekilde temsil ediyordu.

Sallallahu aleyhi ve sellem


 


[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 73-76.

[2] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 1, s. 219-220.

[3] Halebî, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, c. 2, s. 7-8.

[4] Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 458.

[5] İbn Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 156-157.

[6] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi‘t-Târih, c. 2, s. 45.

[7] İbn Hazm, Cemheretü Ansâbi’l-Arab, s. 71-72.

[8] Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 357.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.