Mustazaf

Her müstekbirin istikbârını kendisi üzerinde gerçekleştirdiği bir mustazaf sınıfı vardır. Bu nedenle Kur’an’da müstekbir kavramının karşıtı olarak mustazaf kelimesi kullanılır. Ancak istikbar kavramının aksine mustazaf kelimesi, daima toplumsal bir durum ve siyasi bir çerçevede olmak üzere zayıf görülen, zayıf kalan ve zayıf bırakılan anlamlarında kullanılır. Arap dilinin bir kuralı olarak hem müstekbir hem de mustazaf kelimelerinin kullanıldığı kalıp, gerçeği değil bir yanılsamayı ifade edebilir. Buna göre müstekbirler nasıl gerçekte büyük değilken büyüklük duygusuna ve kuruntusuna kapılmışsa aynı şekilde mustazaf da her zaman özünde güçsüz olanları ifade etmemekte, güçlü oldukları halde kendini güçsüz vehmedenleri, güçsüz oldukları telkin edilenleri, başkaları tarafından zayıf sayılanları ve güçlerini kullanma imkân ve avantajları ellerinden alınanları ifade eder. Zira gerçekte güçlü ve büyük olan, hak ve haklıdır; zayıf olan da batıl ve batıla sarılandır.

Kur’an’da birçok ayette mustazaf kavramıyla Hz. Musa ve İsrailoğullarının Firavun tarafından güçsüz bırakılması anlatılır. Ayetlerin bir kısmında ise dünyada büyüklük taslayan müstekbirlerle onların etkisi altında kalarak iman etmemiş ekonomik ve sosyal konumu zayıf kimselerin ahirette karşılıklı birbirlerini suçlamaları konu edinilir. Yine bazı ayetler güçsüz bırakılanların yeryüzünde iktidara mirasçı kılınacaklarını anlatırken bir ayette de Müslümanların mustazaflar uğruna mücadele etmeleri gerektiği hatırlatılır. Ayetlerin çizdiği çerçeveden anlaşıldığı kadarıyla mustazaf kavramı zulme uğrayan kimseleri ifade etse de her zaman müminleri veya cennetle sona erecek olumlu bir durumu ifade etmiyor. Böylece Kur’an; güçsüz bırakılan, güç odakları karşısında zayıf kalan, hakkı gasp edilen, zulme uğrayan, müstekbirin her türlü hile ve tuzağıyla boyun eğen mustazafları farklı farklı değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Buna göremustazaflar, gerçekte güçlü olduğu halde kendilerini güçsüz sananlar ve güçleri ellerinden alınıp güçsüz düşürülenler ve gerçekten güçsüzler olmak üzere üç grupta değerlendirilebilir.

Kur’an’ın en fazla üzerinde durduğu ve ahiret sahnelerinde müstekbirlerle aynı yerde gösterdiği mustazaflar, güçlü oldukları halde güçlerini kullanmayan, her türlü şirke boyun eğen, istikbarın devamını sağlayan mustazaflardır. Bunların zayıflıkları gerçekte maddi ve bedensel değil, zihinsel, psikolojik ve ruhsaldır. Bir benzetmeyle söylersek ne kadar maddi açıdan yoksun olursa olsun mümin azizdir, izzetli ve onurludur. Oysa zulme boyun eğerek bir tür zulmün parçası haline gelmiş mustazaf, maddi olarak ne kadar güçlü olursa olsun prangası düşüncesinde ve zihnindedir; zilleti de zayıflık duygusu da bundan kaynaklanmaktadır. Müslümanın, ister adaletsizlik anlamıyla olsun, ister büyük günah anlamıyla olsun, ister şirk anlamıyla olsun zulüm işlemek gibi bir vebalin altına girmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur’an’da Müslüman bir müstekbir örneği yoktur. Ancak Müslüman’ın zulme rıza göstermesi de söz konusu değildir. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.s)’in “Ne zulmediniz, ne zulme uğrayınız.” buyruğu açıktır.

Kur’ân-ı Kerim, bu tür mustazaflarla onların hidayetine engel olan müstekbirler arasındaki karşılıklı suçlamalarını anlatırken her ikisini de zalimler olarak nitelemektedir. Zalimdirler, zira “şirk büyük bir zulümdür” (31/13). Bu nedenle inkâr etmeleri bakımından zalim olduklarından ister mustazaf olsun ister müstekbir olsun bir ayrım olmaksızın azapla tehdit edilmektedirler. Ahirette müstekbirler, mustazaflar üzerinde gerçek bir güçlerinin olmadığını, inanmamış mustazaflar da inanmalarına engel olanın bu dünyadaki hile ve tuzaklar olduğunu itiraf edeceklerdir. Buna göre mustazaf olma hali, her zaman kölelerin durumunda olduğu gibi bedensel ve ekonomik olarak tezahür etmeyebilir. Bedenen güçlü, eğitim ve gelir seviyesi yüksek insanlar da inanmanın önündeki engellere takılmış olduklarında mustazaflar içinde değerlendirilirler. Zira çağımızda milyonlarca insan eğlence, elektronik aletler, medya, sinema, futbol, pop kültür, kozmetik algı gibi türlü etkenlerle zihnen ve ruhen çökertilmiş, güçsüz bırakılmış durumdadırlar.

Kur’an’da müstekbirlerle bu tür mustazafların karşılıklı suçlamaları şöyle anlatılır:

“İnkâr edenler, ‘Biz bu Kur’an’a da ondan önceki kitaplara da asla inanmayız.’ dediler. Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman zalimlerin hâllerini bir görsen! Birbirlerine laf çevirip dururlar. Zayıf ve güçsüz görülenler (mustazaflar), büyüklük taslayanlara (müstekbirlere), ‘Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman eden kimseler olurduk.’ derler. Büyüklük taslayanlar, zayıf ve güçsüz görülenlere, ‘Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, suçlu olanlar sizlerdiniz.’ derler. Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, ‘Hayır, bizi hidayetten saptıran gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklardır. Çünkü siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz.’ derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (Sebe 34/31-34).

 Kur’an’da ikinci tür mustazaflar, mümin oldukları halde güçsüz bırakılanlardır. Kur’an’da Hz. Salih’e inananlar, Mekke’de eziyet ve işkence edilen müminler ve Firavun’un zulmüne uğrayan İsrailoğulları, bu gruptaki mustazaflara örnek olarak verilir. Bu gün dünyanın dört bir yanında zulme uğrayan ve zulme karşı mücadele eden Müslümanlar da bu grupta değerlendirilebilir. Allah, inanmış mustazafları sabırları karşılığında yeryüzünün doğusuna ve batısına mirasçı kıldığını, onları desteklediğini, nimetler verip insanlara imamlar kıldığını belirtmektedir. Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Hor görülüp ezilmekte olan kavmi (İsrailoğullarını), toprağına bolluk ve bereket verdiğimiz yerin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, onların sabretmeleri karşılığında gerçekleşti.  Firavun ve kavminin yaptıklarını ve (özenle kurup) yükselttiklerini yerle bir ettik.”(Araf 7/137).

Bir başka ayet mustazaf Müslümanlara Allah’ın yardımının boyutlarına vurgu yapar:

“Yeryüzünde azınlıkta ve çaresiz olduğunuz; insanların sizi kapıp götürmesinden korktuğunuz günleri hatırlayın: O sizi himaye etti, yardımıyla güç verip destekledi, geçiminiz için temiz ve hoş rızıklardan bahşetti ki sonunda şükredesiniz.” (Enfal 8/26)

Kur’an’da bahsedilen üçüncü grup mustazaflar, güçleri gerçekten olmayan kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve güçsüz bırakılmış erkeklerdir. Nitekim bazı ayetler bu gruptaki mustazafları Allah’ın affetmesinin umulabileceğini belirtmektedir. Ayette şöyle buyurulur:

“Ancak gerçekten zayıf ve güçsüz olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar başkadır.” (Nisa 4/98).

 

Mustazaflarla İlgili Müslümanlar Ne Yapmalı?

Kur’an’da üçüncü grupta sayılan gerçekten güçsüz olan mustazaflarla ilgili şöyle buyurulur. “İşte onlar, Allah’ın kendilerini affedeceğini umabilirler.” (Nisa 4/99). Bu ifadeler hangi durumda olursa olsun mustazafın temel insani ve dinî vecibelerini yerine getirebileceği bir sosyal ortam oluşturmak için çaba göstermesi gerektiğini gösterir. İmam Râzî’nin dikkat çektiği bir diğer husus şudur: Bazı insanlar kendi güçlerini küçümsedikleri ve vatanlarını terk ederek İslam’ı yaşayabilecekleri bir yurda hicret etmek güç geldiği için kendilerini mustazaf sayarlar.

İslam dört duvar arasında yaşanan bir din olmadığına göre dinin yaşanacağı bir toplum ve cemaat oluşturmak her Müslüman’ın sorumluluğudur. Güçsüzlüğün arkasına sığınmak bu sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır. Mustazaf Müslüman’ın kötülüğe karşı mücadelesi hadisi şeriflerde belirtildiği üzere kalbî buğz düzeyinde dahi olsa gereklidir. Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:

“Kendilerine zulmetmekteyken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)” Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” (Nisa 4/97).

Bu ayet eğer bazı müfessirlerin kabul ettiği üzere hicrete gücü yettiği halde hicret etmeyip şirk düzeni içinde yaşayan Mekke’de kalmış bazı Müslümanları anlatıyorsa Müslüman’a Allah’ın dinini yaşayabileceği bir toplum düzeni için çalışmasını emretmekte; bunu yapmadığı takdirde cehennemle cezalandırılacağını hatırlatmaktadır. Nitekim ayeti bu şekilde anlayan sahabeden Cündeb b. Damre yaşlı ve güçsüz olmasına rağmen oğullarına “Haydi beni Medine’ye taşıyın, ben mustazaf değilim, yolu da biliyorum.” diyerek hicret için sedye üzerinde yola çıkmış ve yolda vefat etmiştir.

Mustazaf konumunda olmayan güçlü Müslümanların sorumluluğu ise başka bir ayette şöyle belirtilir:

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver.’ diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (4/75)

Bu ayet gerçek manada bir çıkış yolu bulamayan, sürekli baskı ve tahakküm altında yaşayan insanlar için Müslümanlara sorumluluk yüklendiğini göstermektedir. İslam, Müslüman’ı yaşadığı dar mekânı aşarak bütün bir yeryüzünde fitne ortadan kalkıncaya kadar mücadele etmeye çağırır. Fitne Isfahanî’nin belirttiğine göre şiddet anlamında da kullanılır. Nitekim Kur’an’daki “Fitne, adam öldürmekten daha ağırdır.” ifadesindeki fitne “zulüm ve baskı” olarak anlaşılmıştır. Bu nedenle Mekke’deki insan onuruna yakışmayan tahakküm ve işkenceye karşı savaşmak ve dini sadece Allah’a has kılmak Müslümanlara emredilmiştir. Buna göre insanların baskı ve zulüm altından kurtulması ve dinin sadece Allah’a has kılınması için mücadele etmek, Müslüman’ın borcudur. Bugün Müslümanların bir kısmının askeri diktatörlükler, işgalci ve emperyalist güçler ve siyasî baskılar altında yaşadıkları göz önüne alındığında yukarıdaki ayetin yüklediği sorumluluk daha anlaşılır olmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s) Medine’ye hicret ettikten sonra Mekke’de baskı ve işkence altında kalan Müslümanları unutmamış, onları özgürleştirmek için yaptığı mücadelelerin yanında özellikle sabah namazında rükû ve secde arasında bazı sahabileri ismiyle anarak şöyle dua etmiştir:

“Allahım! Velid b. Velid’i, Seleme b. Hişam’ı, Ayyâş b. Ebî Rebia ile Mekke’deki diğer mustazaf müminleri kurtar!” (Buhari, “Tefsir”, 4/21, “Ezan”, 128; Müslim, “Mesacid” 294-295.)

Bugün yeryüzünün dört bir yanında Müslüman olduğu için tehdit altında olan, işkence gören, yurtlarından sürülen, özgürlükleri kısıtlanan, müstekbirlerin her türlü hile ve tuzaklarıyla baş etmek zorunda kalan ve öldürülen Müslüman mustazaflarla Nebi (s.a.s)’nin buyurduğu üzere aynı ümmetin fertleri aynı vücudun organları olduğumuzu unutmamak lazımdır. Müstekbirlerin hile ve tuzaklarına karşı uyanık olmak, sömürgeci ve işgalci güçlere karşı koymak, ümmetin birliği yönünde çaba göstermek vahyî sorumluluğumuzun bir parçasıdır. Bize düşen, mustazaflara zulme uğradıklarını hatırlatmak, tevhid bilincini sürekli vurgulamak ve Peygamberimizin yaptığı gibi kavlî ve fiilî dualarımızı eksik etmemektir.

Eşref ALTAŞ