Livâu’l-Hamd

Hz. Peygamber’in kıyamet gününde sahip olup müminleri himayesi altına alacağı mânevî nitelikli sancak.

Sözlükte “övmek” anlamına gelen hamd ile “sancak, bayrak” mânasındaki livâ kelimesinden oluşan livâü’l-hamd İslâm literatüründe, kıyamet gününde hesabın başlamasından önce herkesin sıkıntıda bulunduğu bir sırada Hz. Muhammed’in müminlerin altında toplanacağı sancağını ifade eder (Lisânü’l-ǾArab, “ĥmd” md.). Livâü’l-hamd terkibi Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamakla birlikte müteahhir dönem İslâmî eserlerde İsrâ sûresindeki bir âyette geçen “makām-ı mahmûd” terkibiyle bağlantı kurup bazı hadis rivayetlerine dayanmak suretiyle bu tabir literatüre mal edilmiştir. “Gecenin bir kısmında uykudan kalkıp sana mahsus ihtiyarî bir ibadet olarak namaz kıl! Böylece rabbinin seni övgüye lâyık bir makama yükselteceğini umabilirsin” meâlindeki âyette yer alan “makām-ı mahmûd”un açıklanması sırasında müteahhir döneme kadar tefsir kitaplarında livâü’l-hamd tabirine atıf yapılmamıştır. Taberî, makām-ı mahmûdun Hz. Peygamber’e kıyamet gününde verilecek geniş alanlı şefaat yetkisinden ibaret olduğunu söylemiş, Mâtürîdî bu mânaya da ihtimal vermekle birlikte bizzat Resûlullah’ın yahut bütün insanların beğenip takdir edeceği mânevî bir makam olabileceğini belirtmiş, Zemahşerî ve Râzî de benzer açıklamalarda bulunmuştur. Zemahşerî’nin tefsirinde İbn Abbas’tan nakledilen bir yorum içinde livâü’l-hamd terkibi geçmektedir. İbn Kesîr de âyetle ilgili açıklamalarında Hz. Peygamber’in bütün insanların altında yer alacağı bir livâsını anmıştır.

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, ayrıca Dârimî ile Tirmizî’nin es-Sünen’lerinde “Hz. Peygamber’in Üstünlüğü” adıyla açtıkları bablarda ve “Şefaatin Beyanı” başlığı altında İbn Mâce’nin es-Sünen’inde rivayet edilen hadislerde livâü’l-hamd tabiri yer almaktadır. Bu rivayetlerde Resûl-i Ekrem, kendisinin Allah’ın habibi ve Âdem evlâtlarının en değerlisi (seyyid) olduğunu, kıyametin vukuu sırasında kabrinden ilk çıkacak kişinin kendisi olacağını, Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin altında yer alacakları livâü’l-hamdin kendi elinde bulunacağını, fakat bütün bunlarla övünmediğini ifade etmektedir (bk. bibl.). Bu rivayetlerin hepsinde Resûlullah’ın şefaat özelliğine temas edilmekte, bir kısmında da “şefâat-i kübrâ” diye tanınan ve kıyamette hesap öncesindeki uzun bekleyiş sıkıntısından bütün insanların kurtulması için, hiçbir peygamberin cesaret edemeyip sadece kendisinin Cenâb-ı Hakk’a niyazını ve bunun kabulünü ifade eden hadis metnine de yer verilmektedir (şefaat hadisi için bk. Buhârî, “Tevĥîd”, 36; Müslim, “Îmân”, 322, 326-327). Bu tür rivayetlerde geçen ve peygamberler arasında fazilet mukayesesini andıran ifadeler aslında Ebû Hüreyre’den nakledilen, “Peygamberler arasında ayırım yapmayın” hadisiyle (Buhârî, “Enbiyâǿ”, 35; Müslim, “Feżâǿil”, 159) çelişir gibi görünse de Resûl-i Ekrem’in, “Bununla övünmüyorum” şeklindeki sözü bunun bir karşılaştırma amacı taşımadığını, sadece Allah’ın kendisine lutfettiği nimetleri haber vermeye yönelik olduğunu belirtmektedir (Ferrâ el-Begavî, VII, 12).

Hadislerde ve diğer kaynaklarda livâü’l-hamdin niteliğine dair herhangi bir beyan bulunmamaktadır. Livâü’l-hamdin yer aldığı hadislerin muhtevasına Hz. Peygamber’in şefaat özelliğinin hâkim olduğuna bakarak bu tabirin Resûlullah’ın genelde bütün insanlara, özel olarak da kendi ümmetine yönelik mânevî bir himayesi, şefaat ve şefkati mânasına geldiği gibi insanlığa yönelik şefaat talebini sunacağı sırada Allah tarafından ilham edilecek ve O’na sunulacak eşsiz hamd ve niyaz mânasında Allah’a ait olabileceğini de söylemek mümkündür. Peygamberler silsilesinin sonuncusu Hz. Muhammed olduğuna göre onun, ataları sayılan diğer peygamberleri kıyamet işlemlerinin bitimine kadar hamd sancağı çerçevesinde misafir etmesi normal telakki edilecek bir husustur.

Bazı Şîa kaynaklarında livâü’l-hamd Hz. Ali ile ilişkilendirilerek olağan üstü niteliklerle tasvir edilmiş ve kıyamet gününde Hz. Ali’nin elinde olacağı ifade edilmiş, bunun için Sünnî literatürden bazı kaynaklara da atıfta bulunulmuştur (Murtaza el-Hüseynî el-Fîrûzâbâdî, III, 122-124). Ancak İslâm’ın genel ilkeleri ve güvenilir kaynakları karşısında bu tür yaklaşımların isabetli telakki edilmesi mümkün görünmemektedir.