İslam Öncesi Arap Yarımadasında Sosyal Durum

Prof. Dr. İsmail Yiğit-Prof. Dr. Raşit Küçük

a.       Arap Toplumu

Tarihçilerin çoğu Arap kabilelerini, İslâmiyetin doğuş dönemini dikkate alarak, önceki asırlarda yaşamış olup o sıralarda nesilleri kesilmiş olan kabileler ve o sırada mevcut kabileler olmak üzere iki ana gruba ayırarak incelemeyi tercih ederler. Bu taksime göre, “Arab-ı Bâide” olarak isimlendirilen birinci gruba dahil olanlar, İslâm öncesinde nesilleri tükenmiş veya diğer kabilelere karışarak isimleri unutulmuş olan Arap kabileleridir. Kur’ân-ı Kerim’de kendilerinden bahsedilen Hûd peygamberin (as) kavmi Âd ve Salih peygamberin (as) kavmi Semûd bunlara örnektir.

İslâmiyet’in doğuşu esnasında yarımada halkını teşkil eden ve hâlâ soyları devam eden ikinci kol ise, “Arab-ı Bâkiye” olarak isimlendirilmiştir. Bu grup da kendi içinde iki ana kola ayrılır:

Arab-ı Âribe: Yemen asıllı Kahtânî kabilelerdir. Ancak bu kabilelerin önemli bir kısmı, Arîm seli sonucu ülkelerini sular kaplayınca, yarımadanın diğer bölgelerine göç etmiştir. Bu göç esnasında söz konusu kabilelerden Huzâa oğulları Mekke’ye, Evs ve Hazrec kabileleri ise o günkü adı Yesrib olan Medine’ye gitmişti. Yine bu kabilelerden Suriye’ye gelenler Gassâniler Devleti’ni, Irak’a göç edenler ise Hireliler Devleti’ni kurdular. Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar, bu devletlerden birincisi Bizans’a, ikincisi ise İran’a tâbi olarak hüküm sürdü. 

Arab-ı Müsta’ribe: Hz. İsmail’in soyudur. Mekke’de Kahtâniler’den olan Cürhüm kabilesiyle beraber yaşayan ve onlardan bir kadınla evlenen Hz. İsmail’in nesli bu kolu meydana getirmiştir. Bu kabileler topluluğu, Hz. İsmail evlâdından Adnan’a nisbetle Adnânîler diye de isimlendirilir.  Bu boya mensup kabilelerin ekserisi  başta Mekke ve civarı olmak üzere Kuzey Arabistan’da yaşıyorlardı. En büyük kollarından biri Peygamberimiz’in de mensubu bulunduğu Kureyş kabilesiydi.  Milâdî beşinci asrın ortalarından itibaren Kusay b. Kilâb liderliğinde Mekke hakimiyetini ele geçiren Kureyş, İslâm’ın zuhuruna kadar hakimiyetini sürdürmüştü.[1]

Araplar, ülkelerinin yerleşime müsait kesimlerinin tabîi yapısıyla yakından ilgili olarak, hayat tarzı bakımından da iki gruba ayrılıyordu. Birinci grup, göçebe olarak yaşayan ve çölün şartlarına göre sık sık göç eden bedevîlerdi. Bunlar, nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil ediyordu. İkinci grup ise, köy, kasaba ve şehirlerde yerleşik hayat sürenler/hadarîlerdi. Ancak iki grubu birbirinden kesin hatlarla ayırmak mümkün değildi. Yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olup yavaş yavaş yerleşik hayata geçenler olduğu gibi, bir zamanlar bedevî olan bazı şehir sakinleri de zaman zaman göçebe karakterlerine dönüş yapabilirlerdi.[2] Kabile ve hayat tarzı farklılıkları bir tarafa, aynı ırka mensup olan yarımada sâkinleri, İslâm öncesinde lehçe farklılıkları olsa da aynı dili konuşuyor, tamamına yakını putlara tapıyordu. Irk, dil ve din bakımından sahip oldukları bu üç ortak özellik, onların millî karakterlerini korumalarına imkân hazırlamıştı.

Câhiliye Arapları, kabileler halinde yaşarlardı. Kabilevî hayat süren bu toplumda kabile bağları, günümüzdeki aile bağlarının yerini tutuyordu. Nitekim Arap şairlerinden biri, kabilenin mensupları üzerindeki haklarını, kocanın hanımı üzerindeki haklarına benzetmiştir.[3] Kabileler, kabile şeyhleri tarafından idâre ve temsil edilir; su kaynakları, otlaklar ve işlenebilen topraklar, kabilenin müşterek mal varlığını teşkil ederdi.

İslâmiyet’in doğuşundan önceki dönemde, kendi kabileleri içinde son derece tutucu olan Araplar, diğer kabilelere karşı ise büyük kin ve düşmanlık beslerlerdi. Bu yüzden kabileler arasında ardı arkası kesilmeyen kavga ve çatışmalar yaşanırdı. Savaşacak düşman kabile bulamayan akraba kabilelerin birbirleriyle savaştıkları da görülürdü. Eşhuru’l-hurum adı verilen ve savaş yapmanın haram olduğuna inanılan mukaddes aylarda bile savaşırlardı. Bu savaşlar, genellikle iki önemli sebebe dayanırdı:  aralarında mevcut olan siyasi rekabet ve yarımadada en önemli hayat kaynağı demek olan otlakları ve su kaynaklarını ele geçirme mücadelesi.[4] Kabileler arasında yapılan ve Câhiliye tarihinin çatısını teşkil eden bu savaşlara “Eyyâmu’l-Arab”/Arabların günleri, savaşları” denilirdi.

b.      Câhiliye Toplumunda Kadın Erkek ilişkileri ve Ahlâkî Durum

Kadına ikinci sınıf bir insan, hatta bir nevi eşya ve mal gözüyle bakan Câhiliye Arapları arasında kadın, tüm işlerinde erkeğin yardımcısı olduğu halde, çoğu haklarından mahrum bırakılmıştı. Fuhşun da çok yaygın olduğu toplumda, birden fazla kadınla evlenme geleneği vardı. Bir erkek, istediği kadar kadınla evlenebilirdi; evleneceği kadınların sayısı için, erkeğin arzusu ve imkânı dışında hiç bir sınır yoktu. Kocası ölen kadınların eşya ve hayvanlar gibi kocasının varislerine miras kalmaları geleneği vardı. Nitekim bu duruma Kur’ân-ı Kerim’de de işaret edilmiştir.[5] Câhiliye erkekleri, kendilerinin yediği bazı yiyecekleri kadınlara haram kılmışlardı. Kur’ân bunu da haber vermektedir.[6] Câhiliye Arapları, kız çocuğu sahibi olmak istemezlerdi. Kız sahibi olmak, onları son derece üzerdi. Hatta içlerinden bir kısmı, doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerdi. Onların bu kötü âdeti hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Onlardan birine, doğan çocuğunun kız olduğu müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar, yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen haberin kötülüğünden dolayı, kavminden gizlenir. Şimdi ne yapsın? Kız çocuğunu toplumun kendisini hakir görmesine katlanarak besleyip büyütsün mü, yoksa toprağa mı gömsün? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar.”[7]

Namuslarını koruma, kız çocukları yüzünden kendilerine bir kötülük gelmesinden korkma, hastalık veya fakirlik korkusu gibi sebeplerle başvurulan bu âdet, bilhassa Kinde kabilesinde yaygındı.

Câhiliye toplumunda ayrıca fuhuş, içki ve kumar son derece yaygındı. Nitekim Câhiliye şiirinin ana temalarından biri, fuhuş, içki ve kumar olmuştur. Çünkü bu üç kötü alışkanlık, onlar arasında övünç meselesi kabul ediliyordu.

Faizcilik o kadar kökleşmişti ki, ticaretle faizi aynı görüyorlardı. Faizsiz bir alışveriş yapmaz hale gelmişlerdi. Onların bu durumu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, ‘alış-veriş de faiz gibidir’ demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır.”[8]

Câhiliye Arapları arasında yaygın olan geleneklerden biri de kabileler arası cinâyetlerde kan davası gütmekti. Her kabile, kendi mensuplarını her durumda korur, kabileden öldürülenler olursa, intikamını muhakkak alırdı. Bu durumlarda bütün kabile intikam için harekete geçer, çoğu kere işi savaşa kadar götürürdü. Bir tek şahsın haksız yere işlediği cinâyet sebebiyle çıkan harpler, bazen yıllarca sürerdi.  Nitekim Tağlib ve Bekiroğulları arasında bir devenin öldürülmesi yüzünden çıkan Besus harbi kırk yıl sürmüştü. Ancak bazı hallerde kan davası diyete çevrilebilirdi. Kabile içinde işlenen cinayetlerde ise, intikam sadece katilden alınır ve ailesine dokunulmazdı. Bu durumlarda yakınları dâhil hiç kimse katile yardımcı olmazdı.[9] Kan davası ve kan gütme, bedevî Araplar arasında dînî ve ictimâî en kuvvetli müesselerden biri haline gelmişti.



*Bu yazı hocalarımızın izniyle “Hazreti Muhammed”  adlı eserden alınmıştır.

[1] Arap kabilelelri hakkında bkz. Hitti, I, 56-58; H. İbrahim Hasan, I, 26-39.

[2] Hitti, I, 46.

[3] Hitti, I, 51 (Müberred, el-Kâmil’den naklen).

[4] Hitti, I, 48; H. İ. Hasan, I, 74.

[5] “Ey inananlar, kadınları miras yoluyla almanız size helal değildir.” (Nisâ sûresi, 4/19)

[6] “Dediler ki: Bu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız erkeklerimize sittir. Kadınlarımıza haramdır.” (En’am sûresi, 6/139)

[7] Nahl sûresi, 16/58-59.

[8] Bakara sûresi 2/275.

[9] H. İ. Hasan, I, 73.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.