İmanın Şubeleri – I


“Bir Hadis ve Düşündürdükleri” başlıklı bundan önceki yazımızda “İman yetmiş küsur şube olup; en yüksek mertebesi şehadet (‘Allah’tan başka ilah yoktur.’ demek), en alt tabakası ise eziyet ve sıkıntı verecek olan taş, diken vb. şeyleri Müslümanların yolundan kaldırmaktır.” mealindeki hadis-i şerifin açıklamasını yaparken, imanın yetmiş yedi derecesini saymış idik.

Bu yazımızda ise, İsmail Hakkı Bursevi (1137/1725)’nin 1721 yılında kaleme aldığı “Şerhu Şuabi’l İman” isimli eserinde[1] yaptığı tasnif ve verdiği malumat çerçevesinde, bu dereceleri dokuz ana başlık altında toplayarak söz konusu hadis-i şerifi açıklamaya devam edeceğiz.

A) İmanın Başlangıç Şubesi:

Mebde-i Evvel (varlığın ilk unsuru ve başlangıç sebebi) olan Allah Teâlâ’nın zatı ve sıfatlarıyla alakalı olduğu için “şu’be-i mebdeiyye” diye de isimlendirebileceğimiz bu iman derecesi, layıkı vechile inanılması gereken şu dokuz tabakadan oluşmaktadır:

1. Vücud-i Sani’e İman (Allah’ın varlığına inanmak): Allah Teâlâ’nın vacip olan, yani varlığı zorunlu olduğu için yokluğu düşünülemeyen, varlığı zatının gereği olduğundan var olma konusunda başkasına ihtiyacı bulunmayan varlığını tasdik (kabul) etmektir.

Öyle ya, Allah’ın varlığı olmasaydı kâinatın varlığı nereden gelecekti? Hâlbuki kâinatın varlık sebebi, her şeyi Nur isminin tecellisiyle ortaya çıkaran Allah Teâlâ’dır. İşte bu yüzden Allah’ın varlığı mümkün değil vaciptir. Çünkü mümkün, hadistir yani sonradan olandır ve varlığını başkasına muhtaçtır. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın varlığı vacip olmasaydı varlığını başkasına muhtaç olacaktı. Oysa Allah Teâlâ “İnsanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz.”[2]buyurmaktadır. Yani hem zatı, hem sıfatları ve hem de varlığının devamı bakımından bütün insanlar Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Allah Teâlâ ise, ne zatı ne sıfatları ve ne de varlığının devamı bakımından insanlara muhtaçtır. Nitekim Allah Teâlâ “Zengin ve övülmeye layık olan ancak O’dur.”[3] buyurmaktadır.

Gerçekte Cenâb-ı Allah’ın âlemleri yaratmış olmasının sebebi, isimlerinin ve sıfatlarının mertebelerini ortaya çıkarmaktır, yoksa yaratılmışlara muhtaç olması değildir. İşte bu yüzden arifler, “Allah, önceden nasıl idiyse şu anda da öyledir.” demişlerdir. Yani kâinatı var etmiş olması, Allah Teâlâ’yı (olumlu veya olumsuz) etkilemiş ve zatında bir değişme olmuş değildir. Aksine, kerim olan Zat-ı Şahanesi yüce bir şan üzere olmaya devam etmiştir.

Bu da bize Kutbu’l-Aktab”ın (Kutuplar kutbu, en büyük kutup, Allah Teâlâ’nın, kendisine yeryüzünde nazar ettiği kişi, Hz. Muhammed’in nübüvvetinin batını) ve “Sultan”ın her asırda ortaya çıkacağını göstermektedir ki, bunlar varlık sırrının sûretleri olduklarından ikişer değil birer tane olurlar. Nitekim organlar çok olmasına rağmen vücut (sır) bir, fonksiyonları çok olmasına rağmen kalp de bir tanedir.

2. Tevhid (Allah’ın birliğine inanmak): Celal sıfatlarının başka bir deyişle selbi sıfatların, yani Allah’ın zatına mahsus olan ve yaratılmışların hiç birisine isnat edilemeyecek olan tenzihî sıfatların özü olup, tevhidin de özü “La ilahe illallah” demektir ki kişi böylece, Allah Teâlâ’nın dışındaki her varlığın uluhiyyetini (Tanrılığını) nefiy (redd) etmiş ve yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın uluhiyyetini ispat (kabul) etmiş olur.

Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetinin tespiti ancak selbi sıfatlarla mümkün olmaktadır. Cisim olmadığı için, cisim ve cismanî olmanın gerektirdiği özelliklerin Allah Teâlâ’da bulunması muhal yani imkânsızdır. Çünkü O, zatı, sıfatları ve fiilleri itibariyle hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, varlığının başlangıcının ve sonunun olması da düşünülemez.

Kâfirlerin Allah’a ortak koşmaları vehimlerinden dolayıdır. Çünkü Kendisine isnat ettikleri ortağın gerçek bir varlığı yoktur. Allah’a evlat isnat etmeleri de böyledir. Zira Allah’a evlat olmak için mücaneset yani O’nunla aynı cinsten olmak ve müşabehet yani O’na benzemek gerekir. Ayrıca, ubudiyyet (kul olmak) ile validiyyet (baba olmak) bir yerde toplanmaz. Üstelik bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku, mülkü ve kuludur.

İslâm âlimlerine göre Yahudi ve Hıristiyanların sadece kelime-i şahadet getirmekle Müslüman olamayacaklarını, ayrıca “Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer batıl dinlerden vazgeçtim.” demeleri gerektiğini belirtelim ki, Resûlullah (sas)’ın ismini bilmek de şarttır.

“La Ma’bude illallah (Allah’tan başka Mabut yoktur)” şeklindeki şahadet avamın, “La maksude illallah (Allah’tan başka gaye yoktur)” şeklindeki şahadet havassın, “La mevcude illallah (Allah’tan başka varlık yoktur)” şeklindeki şahadet ise ehassu’l-havassın tevhididir. Ancak, üçüncüsü hariç ilk iki şahadeti benimseyenlerin tevhidinde gizli şirk (şirk-i hafi) vardır. Çünkü Allah’a ortak koşma vehminden kurtulmuş olan bir kimsede Hakk’ın varlığının dışında bir düşünce kalmaz, hatta bu düşünceden bile kurtulup tam bir vahdet ve hakikat üzere olur.

3. Sıfat-ı Hayata iman (Allah’ın Hayat Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Hayy (canlı, diri) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve sağlık, ilim ve kudret vasıflarını içeren bir Hayat Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Varlıklardaki doğal hayat, ciğer (kalp)’deki kanın, bahçe sulayanların açtıkları ince yollar gibi vücudu saran damarlarda dolaşmasıyla mümkün olmaktadır. Eğer bu kan, tuğyan (taşkınlık, bozulmuşluk) durumuna gelmişse, artık beden için sağlık ve hayat değil, hastalık ve ölüm sebebi olacağından hacamat ve kan almak suretiyle vücuttan çıkarılır ve geriye hayat verecek miktarı bırakılır.

Varlıklarda, insani ve hayvani ruhtan kaynaklanan yukarıda sözünü ettiğimiz doğal hayatın haricinde, ancak sahih keşif ile yani anlaşılmaya kapalı olan şeylerin kişiye açılması ve sanki gözle görüyormuş gibi zihninde belirmesiyle bilinebilen ve “zati hayat” dediğimiz bir hayat daha vardır. Dış dünyada varlığına dair bir eser bulunmamakla birlikte bu hayat, hissettiğimiz soyut hayat sıfatının vasfettiği asıl nesnedir. Buradan hareketle, cansız varlıkların (cemadat) bile hayat sahibi olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü hakiki hayatın sırrı bulaşmadıkça dış dünyada hiçbir varlık vücut bulamaz.

Sözün özü; var oluş kokusunu asla koklamamış olan ma’dumat (mutlak manada yok olan şeyler) hariç, bütün varlıklarda Allah Teâlâ’nın Hayat Sıfatının sırrı vardır.

4. İlm-i Hakk’a iman (Allah’ın İlim Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın âlim (her şeyi en ince detayına kadar bilen) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve ister külli (tümel)’ lere, ister cüz’i (tikel)’lere ilişkin olsun bütün ma’lumatı (bilgileri) kapsayan bir İlim Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Demek oluyor ki; Cenâb-ı Hakk’ın bilmediği bir zerre bile yoktur; kumların adedini de bilir, yaprakların adedini de. Bütün varlıklar hakkında bilgi sahibidir. Allah’ın ilmi, bilgisiz ve fikirsiz iken belli bir gayret sarf edilerek sonradan kazanılmış bir sıfat değildir, yani kadimdir. Bütün varlıkların her türlü incelik, detay ve derinliklerine (künhüne) vakıftır.

Peygamberler ve bütün veli kullar haricindeki kimselerin ilmine gelince; bunlar “şu’ur” adı verilen ve perde gerisinden (vera-i hicabdan) edinilen bilgilerdir.

Kâinattaki bütün varlıkların bilgisi Allah’ın ilmine göre yedi denizin bir damlacığı gibidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de; “Size pek az bilgi verilmiştir.”[4] buyrulmaktadır. Gerçi bu ilahî hitaba Resûlullah (sas) da muhataptır, fakat O’na verilen ilmin azlığı Cenâb-ı Hakk’ın ilmine kıyasladır. Yoksa diğer insanların bilgisi de, Hz. Peygamberin (sas) ilmine kıyasla yedi denizin bir damlacığı gibidir.

İlm-i İlahî Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları ve fiilleriyle alakalı ilimdir. İlm-i rüsum ise, kâinattaki varlıklarla ilgili bilgidir. Nitekim bu ilimle meşgul olanlara “ulema-i rüsum (şekil bilginleri)” ve “ulema-i zahir (görüntü bilginleri)” denir. Çünkü bunların inceledikleri, ilahî hakikatlerin keşif ve tecellilerle yani İlahî hakikat ve nurların Allah’a yönelenlerin kalplerine doğmasıyla değil, akıl ve ara’ (görüşler) ile algılanan görüntüleri ve resimleri (şekilleri)’dir.

5. İrade-i Hakk’a İman (Allah’ın İrade Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Mürid (dileyen, isteyen, irade eden) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve bütün varlıklarla ve onlara ait hükümlerle alakalı bir İrade Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

İnsan davranışları gibi bütün iradi (istemli) ve taş ve ağaç hareketleri gibi bütün (istem dışı) fiillerin hepsi kaynağını Cenâb-ı Hakk’ın iradesinden almaktadır. Bu nedenle, şâyet Onun ezeli (yaratılmamış, hep var olan) iradesi olmasa hiçbir varlık meydana gelmezdi. Nitekim yaratılmışların hepsi bir araya gelse, Allah dilmedikçe, varlık âleminde iğne ucu veya zere kadar bir şeyi ne eksiltebilirler, ne de arttırabilirler.

“Allah Teâlâ’nın iradesi ile meydana gelen her işte aynı zamanda Onun rızası da vardır” denilemez. Mesela; küfür (inkâr etmek) kâfirin ve ma’siyet (günah işlemek) asinin tabiatı gereği ve cüz’i iradesinin bir sonucu olarak Allah tarafından yaratılmasına rağmen, bu gibi işlerde Cenâb- ı Allah’ın külli iradesi olmakla birlikte rızası bulunmamaktadır.

İster adil ister zalim olsun herkesin yaptığı bütün davranışlar apaçık bir hikmet üzere meydana gelir. Ancak, hakikat dili çekip uzatmaya (yorum ve te’vile) gelmez. Şeriat dili ise yerine göre övmeye ve yermeye müsaittir.

Hakikat penceresinden bakanlar; “insanlar içinde gerçek mürid iradesi olmayandır” demişlerdir. Yani gerçek mürid, kendi iradesinden vazgeçerek kalben Allah’ın iradesine teslim olan kişidir. Zaten gerçekte, Allah Teâlâ’dan başka Mürid (İrade Sahibi) yoktur, kul ise ancak “murad” (irade olunan)’dır. Çünkü irade ademe (yokluk) yöneliktir, vücuda (varlık) değil. Kul, mümkün varlık (varlığını başkasına borçlu) olması bakımından her ne kadar mevcut ise de, ma’dum (yok) hükmündedir. Allah Teâlâ ise, vacib varlık (varlığı zorunlu ve zatının gereği olarak kendinden olan) olması bakımından gerçek mevcuttur. Sonuç olarak; Mürid olmak mevcudun, murad olmak ise ma’dumun sıfatıdır, dolayısıyla Allah Teâlâ murad olmaz.

İrade; insanın bir şeyi kalben istemesi yani ona niyet etmesi demektir. İlim (bilmek) ise iradeden farklıdır. Bu nedenle, kişi iman veya küfrü bilmekle değil, bunlara niyet ve irade etmekle mümin veya kâfir olur. Nitekim bir kimse o günün oruç tutma günü olduğunu bilse fakat niyet etmese, aç ve susuz durmakla oruç sevabı alamaz. Çünkü niyette akit (sözleşme, kararlaştırma) ve ikbal (arzu, istek) vardır, ilimde ise bu anlamlar yoktur.

Hakikat ehli; “Bütün makamların (tasarruf ve hakikat vadisinde elde edilen mertebeler) başlangıcı irade, sonu ise yakin (şüphe olmayan, kesin iman)olup, matlub (istenen) ve la-talep (istemeyen) hariç, iradesi olmayanın yakini de olmaz” demişlerdir. Nitekim bazı kabiliyet sahibi kimselerin istekleri (matlubu) ayağına gelir, bazıları ise isteklerini ancak uzun süre talep etmek ve çalışmak sûretiyle elde ederler, bazıları da isteklerine asla ulaşamazlar. İsteklerine ulaşamamalarının sebebi, ya gerçekten istememeleri yahut isteklerine ulaşma kabiliyetlerinin bulunmayışıdır. Yine de “Hüküm Yüce ve Kerim olan Allah Teâlâ’nındır.”[5]

6. Kudret-i Hakk’a iman (Allah’ın Kudret Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Kadir (sonsuz güç ve kuvvet sahibi) olduğunu, yani zatıyla kaim olan ve kudreti dâhilinde olan her şeyi (makdur) arada bir vasıta olmaksızın vücuda getirmeye kadir olduğunu ifade eden bir İrade Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

İlahî Kudret, muhal ve mümteni’ olanla yani yokluğu zatının gereği olan ve varlığı asla kabil olmayanla ilgilenmez. Çünkü muhal ve mümteni’ olanın, İlahî Kudretin kendisiyle alakadar olmasını gerektirecek hiçbir kabiliyeti yoktur.

Bu bakımdan eksiklik muhal ve mümteni’ olandadır, yoksa Hakk’ın Kudretinde değildir. Buradan anlaşılmaktadır ki; hariçte varlıkları olmayan fakat Allah’ın ilminde sabit olan varlıklar, İlahî Kudretin kendileriyle alakadar olmasıyla, ayn mertebesinde derhal harici vücutlarıyla var olmuşlar ve her biri kendilerine has sûretlere bürünmüşlerdir. Ancak, muhal ve mümteni’ olanlar, harici vücut sahibi olmaya kabiliyetleri bulunmadığından yokluk karanlığında kalmışlardır.

Allah Teâlâ Kudret Sıfatıyla kendisi üzerinde değil, diğer varlıklar üzerinde tasarrufta bulunur; yani Kudret yüzü halka dönüktür. Bu nedenle; “Allah Teâlâ’nın kendisi gibi bir varlık veya mümteni’ olanı yaratmaya gücü yetmez” demek edepsizlik cümlesinden olup, “gücü yeter mi?” diye soru sormak ise büyük bir hatadır ve buna cevap vermek uygun değildir. “Allah Teâlâ cennet ehlinin aldığı nefeslerin sayısını bilebilir mi?” diye soranlara; ise “Cenâb-ı Hakk cennet ehlinin aldığı nefeslerin sayısının olmayacağını bilir.” şeklinde cevap vermek gerekir. Kısacası, Allah Teâlâ’nın yüce sıfatlarını yaratılmış varlıkların sıfatlarıyla mukayese etmemek ve -Allah muhafaza- yüce şanına yakışmayacak şekilde ileri geri konuşmamak gerekir.

Etkin kudret (kudret-i müessire) Cenâb-ı Hakk’ın İlahî kudretidir. Eser mahalli (etkilenen mahal) olan kul bu kudretten şüphesiz etkilenir, fakat bu zorlayıcı bir etki değildir. Yani İlahî kudretin tesiri sonucunda meydana gelen insan davranışları ile cansız varlıkların davranışları bir tutulmamalıdır. Özetle, İlahî tesir (cebr-i ilahî), insandan sağlıklı (istemli) fiillerin ortaya çıkmasına engel değildir.

Yayın okun atılma mahalli olması bu duruma güzel bir örnektir. Nitekim okun atılması atanın gücüne bağlı zannedilir, fakat yay da bu gücün ortaya çıktığı mahal olduğundan yayın gevşek veya gergin oluşu, oku atanın gücünü sınırlamakta ve okun hızını etkilemektedir.

Bu örnekte olduğu gibi, kulun kabiliyetleri de, o fiili özel bir şekilde ortaya çıkarma konusunda İlahî Kudreti sınırlamaktadır. İşte bu yüzden, gerçek kudret sahibi Allah Teâlâ olmasına rağmen, güç ve kudret kula nispet edilmekte ve bu duruma “kesb (kazanma, elde etme) mertebesi” denilmektedir.

7. Sıfat-ı Sem’a iman (Allah’ın İşitme Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Semi’ (her şeyi duyan, işiten) olduğunu ve mesmuatı (işitilme özelliği olan her şeyi)  en mükemmel bir şekilde keşfeden bir İşitme Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Buradan işitme (sem’) ile bilmenin (ilim) birbirinden ayrı (bağımsız) sıfatlar olduğu anlaşılır ki, bilmek ma’lumatla, işitmek ise mesmuatla ilgilidir.

Allah Teâlâ’nın işitmesi kulak, kulaklık vb. bir alet vasıtasıyla olmadığından uzaktakini de yakındakini de mükemmelen işitir. Nitekim zifiri karanlıkta, siyah bir taşın üzerindeki kara karıncayı gördüğü gibi, o karıncanın ayak sesini de işitir. Dua edenleri işitir ve dualarını kabul eder, hamd edenleri işitir ve onları mükâfatlandırır. İşitmesine hiçbir şey engel olamaz ve bu durum asla değişmez.

Manen kemale erip işitme kabiliyeti güçlense, yakınlık ve uzaklık hali ortadan kalkar ve insan, gezegenlerin (eflak) hareket ederken çıkardığı sesleri ve okyanustaki balıkların tesbihatını (Allah Teâlâ’yı zikrederken çıkardıkları sesleri) bile işitir. “Bu ise, Allah’ın dilediği kimseye bahşettiği bir lütfüdür.”[6]

8. Sıfat-ı Basara iman (Allah’ın Görme Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Basir (her şeyi görüp anlayan) olduğunu ve mubsaratı (görülme özelliği olan her şeyi) bütün detaylarıyla en mükemmel bir şekilde keşfeden bir Görme Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Görmek (basar) ile bilmek (ilim) birbirinden ayrı (bağımsız) sıfatlardır.

Allah Teâlâ’nın görmesi (rü’yet) göz organı ile olmadığından, ortamın karanlık ya da aydınlık olması fark etmez. O, varlıkları yokluk hallerinde bile müşahede eder (görür).

İnsanın görmesi ise böyle olmamakla birlikte, Hakikat Ehli demiştir ki; “Sadece Allah Teâlâ’ya mahsus bulunan ve vacib olan vücud sıfatı dışında, kabiliyeti ölçüsünde kulun, Hakk’ın sıfatlarıyla muttasıf olması mümkündür.” Nitekim varlığını günah kirlerinden temizlemek (tezkiye-i vücud) sûretiyle kendisini engelleyen sınırlardan kurtulan seçkin kimseler, hiçbir engelle karşılaşmadan aynı anda hem doğuyu hem batıyı seyredebilmektedir. Dahası, Zerka-i Yemaniyye adındaki bir kadın “ismid” (rastık taşı, antimon) denilen sürmeyi gözlerine sürünce üç günlük uzaklıktaki şeyleri görürdü.

Bedene (göze) sürülen bir ilaç ile görme kuvveti bu kadar artabiliyorsa, ruha uygulanacak manevi bir tedavi sonrasında görme gücünün ne denli artacağını varın siz hesabedin.

9. Sıfat-ı Kelama iman (Allah’ın Konuşma Sıfatı olduğuna inanmak): Allah Teâlâ’nın Mütekellim (konuşan, konuşucu) olduğunu ve “Rahmanî Nefes” diye de isimlendirilen boğaz, dil, sözcük, harf ve sese ihtiyaç duymayan bir Kelam (Konuşma) Sıfatına sahip bulunduğunu tasdik etmektir.

Rahmanî Nefes; bütün mertebe ve hakikatlerin belirdiği emmare mertebesinde gaybdan ve ilim mertebesinden zahir ve sadır olmuş (taşarak ortaya çıkmış) bir ilahî tecellidir.

Kelam Sıfatının hafa (gizli kalma) ve zuhur (aşikâr olma) gibi özellikleri varsa da, bunlar bu sıfatın muhataba taalluk edip etmemesiyle ilgilidir. Yoksa Allah Teâlâ’nın mütekellim (konuşan, konuşucu) olması, ezeli ve ebedidir; yani Cenâb-ı Allah bu sıfata hep sahip idi ve daima sahip olacaktır.

Kelam Sıfatının muhatabı, cisim olmaları yönüyle sonlu, İlahî Kudretin kendilerine taalluk etmesi bakımından ise sonsuz olan yaratılmış bütün varlıklardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın “ol! (kün)” hitabını işiten bütün varlıklar, Kur’ân-ı Kerim’de de işaret buyrulduğu gibi[7] derhal varlık sahasına çıkarlar.

Hakikat Ehli ile bazı zahir uleması buradaki “ol!” hitabını hakikat makamında ele alarak; “Varlıklar henüz Cenâb-ı Allah’ın ilminde iken, İlahî buyruğu duyar duymaz hemen ayn âlemi ne çıktılar” demişlerdir. Ancak, varlıkların İlahî hitabı henüz Allah’ın ilminde iken işitmeleriyle bu dünyaya geldiklerinde işitmeleri aynı değildir.

Bu nedenle, akıllı bir kimse, gaib ile şahidi (olanla olmayanı) ayırt edebilmeli, yani mertebeleri karıştırmamalı ve “Şari’i A’zam (en büyük kanun koyucu)” olan Allah Teâlâ bir işi ne şekilde tespit etmiş ise o da o şekilde kabul edip hakkında lakırdı etmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ, kadim olan kelamını ve “ol!” hitabını işittirmeye her şekilde kadirdir.

Hakikat Ehline göre anne karnındaki ceninde ilk olarak işitme melekesinin geliştiği gibi, henüz Allah’ın ilminde olan varlıklarda da ilk olarak işitme mertebesi ortaya çıkmaktadır.

İlahî Kelamdan ilk olarak işitilen “Elestü bi-Rabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” sözü, varlıklardan bu soruya gelen ilk karşılık ise “bela (evet)” cevabı olmuştur. Nitekim bu hitapta geçen “Elestü” kelimesinin ilk harfi olan “elif (e)” ile ilk başlangıca (mebdeiyyet-i ula yani ilk İlahî kelam) ve “bela” kelimesinin ilk harfi olan “b” harfiyle de ikinci belirlemeye (ta’yin-i sani yani sarf edilen ikinci söz) işaret vardır.

“B” hakikatte “elif”tir ve yedi noktadan oluşur. Mümkün ile vacibin farkını belirtmek için “b”nin altına bir nokta konulmuştur ki bu nokta, hem varlık mertebelerini birbirinden ayırmakta (temyiz), hem de hakikatleri aydınlatmaktadır.

Bu yüzden, Allah Teâlâ’nın fiili kelamı olarak noktaya nazır olan insan, Cenâb-ı Hakk’ın lâfzî kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’e “bismillah” diyerek “b” ile başlamaktadır ki böylece lafızda olan başlangıç (mebdeiyyet) manada olan başlangıca delil olmaktadır. Bunun sonucu olarak da, “O Evvel (İlk), Ahir (Son), Zahir (Görünen) ve Batın (Gizli olan)dır”[8] sırrı ortaya çıkmaktadır.

Buraya kadar açıkladığımız, Allah Teâlâ’ya imanı bildiren bu toplam dokuz subuti sıfatın, Hayat’tan Kelam’a kadar olan son yedisine “ikram sıfatları” adı verilir. Subuti Sıfatların sonuncusu olan Kelam Sıfatı, kemal (mükemmeliyet) mertebelerinin de sonuncusudur. Zaten kelam sözcüğü, “kemal” kelimesinin ters çevrilmiş (“m” harfi ile “l” harfinin yer değiştirmiş) halidir.

Allah Teâlâ, Hz. Âdem (as) ve çocuklarını bu son yedi sıfat ile yaratmış ve Hz. Âdem (as) sahip olduğu bu sıfatlarla ortaya çıkarak “Rahmanî bir sûret” kazanmıştır.

 

İlgili Yazılar:

İmanın Şubeleri – I

İmanın Şubeleri – II

İmanın Şubeleri – III


[1] İsmail Hakkı Bursevi, Şerhu Şuabi’l- İman, Topkapı Sarayı, EH, 853.

 

[2] Fatır sûresi 35/15.

[3] Ankebût sûresi 29/6.

[4] İsra sûresi 17/85.

[5] Mümin sûresi 40/12.

[6] Cuma sûresi 62/4.

[7] Yasin sûresi 36/82.

[8] Hadid sûresi 57/3.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.